FAK

 

    Bir çocuk oyuncağıdır. Bir ceviz sürgününün ortasında süngerimsi bir boşluk vardır. Bu süngersi madde ince bir telle alınıp bir karış uzunluğundaki çeliğin içi boşaltılır. Bu boşluğa uyacak şekilde, piston biçiminde bir çubuk yapılır. Bir kendir parçası ıslatılarak içi boş çeliğin bir tarafından sıkıştırılarak içine konulur. Bir elle tutulup diğer elle öbür tarafından da piston çubuk süratle itilir. Havayla sıkışan kendir, ön taraftan “Fak” sesi çıkararak ileri fırlar.

 

 

FALAK

     Ovaya bakan dağ kıyılarında, Mücevre dolaylarında olan kumruya benzer bir kuştur.Elmalara zarar verir.

 

FANAZ

 

    Büyük ışık veren fener. O zaman sokaklarda ışık olmadığı için düğünlere, davetlere, kız istemeye giderken fanaz yakılır, bir kişi önden gider, yolu aydınlatırdı. Gaz lambası aşırı ışık verecek şekilde yakıldığı zaman tutumlu kaynanalar: “Ne o? Fanaz gibi yakıyorsun? ” diye gelinlere çıkışırlardı.

 

 

FARUKUL AZAM CAMİSİ

 

    İhtimalle Hızır Bey camisinin önceki adıdır. Karamanoğlunun Şikari tarihinde şöyle geçer;

    “İşte Hamidoğlunun diyarının harabına sebep Teke Paşa ile Sinan Naip derler kimseler sebep olmuştur. Zira Hamid diyarı pek ziba şehirler idi. Farukul Azam namında yanan cami şerifin dünyada benzeri yoktu.”

    Bu cami bir başka cami ise Eğirdir'de şimdiye kadar dikkate değer bir kalıntıya rastlanmamıştır.

 

 

FATMA NİNE

 

    Yaşlı, akıllı bir kadındı. Dıştan geldiği söylenirdi. Dobra sözlüydü, dobralığıyla ün yapmıştı. Bir hikâyesini anlatırlar;

    Fatma Nine  Belediye önünden geçerken çağırmışlar. “ Gelmiyeyim, dilim durmaz.” demiş. Çok ısrar etmişler  o da aralarına katılmış. Konuşurlarken öyle bir noktaya gelmiş ki, onları hicvetmek gereğini duymuş.

“Belediyeniz var narkınız yok

 Elektiriğiniz var çarkınız yok

 Üç beş deyus birikmişsiniz

 Birbirinizden farkınız yok”

demiş,yoluna devam etmiş.

     Ne zaman öldüğü konusunda kesin bilgi elde edilemedi. 

 

 

FERİŞTAH

 

    Eski Türk Dünyasında iyi ruhlara Ferişte denir. Her kahramanın onu koruyan bir Feriştesi vardır. Mal ve servetinin bekçisidir, her şeyini o korur. Bir kişi, diğer kişiyi: “Feriştahın gelse seni benim elimden kurtaramaz.” şeklinde tehdit ederdi.

 

 

FEVZÜ BURHANİ MEKTEB-İ İBTİDAİSİ

 

    Demirkapı mahallesinde idi. Ana mektebi olarak faaliyete geçmiş, ilk hocası Burhan Efendinin adı ile adlandırılarak “Burhan Hoca Mektebi” denmiştir. Meşhur Serasker Hüseyin Avni Paşa ilk tahsilini bu okulda tamamlamıştır. Zaman zaman tamir edilmiş ve faaliyetine ara vermişti. Sonraları Ağalar tarafından yeniden yapılarak tedrisata açıldı. Bu inşaat yapılırken bir lağım çıktığı, yer altından göle uzandığı söylenir.

   Cumhuriyetten sonra Eğitim Birliği Kanunu çıkınca benzer mahalle mektepleriyle beraber bu da kapatılarak satılmıştır.

 

 

FIKRALAR

 

    Eğirdir’e özel yüzlerce fıkra anlatmak mümkündür. Bu konuda etraflı bir çalışma yapmaya bile değer. Cemal Tosun Eğirdir Tarihi içinde bu fıkralardan yüz kadarını Gölsesi gazetesinde yayımladı. Ben de tespit edebildiğim fıkralardan birkaçını yazıyorum.

 

                                   Gözün Biri de Körmüş

    Adamın biri evli olduğu yirmi yıl boyunca her akşam evine bir şeyler alır götürürmüş. Hiç boş gitmezmiş. Bir gün işi iyi gitmemiş, parası olmadığından bir şey alamamış, akşam evine eli boş gitmiş. Karısı karşılamış, eline bakmış ki bir şey yok, söz söylemek için kocasının gözüne bakınca :

“Viri.. Herif.. Senin gözün biri de körmüş ya.. ” demiş.

 

                                   Pekmezin Hiç Tadı Yoktu

    Dağ köylerinden biri Eğirdir’e gelmiş. Acıkınca çarşı fırınından bir ekmek almış. Katık için çarşıda gezerken bir kunduracının kösele ıslattığı dağarcığı görmüş. Pekmez sanarak:

“Bu pekmez kaça?” diye sormuş.

Şakacı kunduracı:

“Çanağı iki akçe.. ” demiş. Bir çanak doldurmuş, önüne koymuş.Adam kösele suyunu ekmekle yiyip bitirdikten sonra Kunduracıya:

“Bak dayı...” demiş. “Anlamadı zannetme. Pekmezin hiç tadı yoktu.”

 

                                   Makarna

    Kisli Mehmet Ağa karısının da desteğiyle, çalışmasıyla mal, mülk, para sahibi olur. Zenginleşince ikinci bir kadın almak teşebbüsüne girişir. Karısı bunu duyar amma, hiç ses çıkarmaz. Mehmet Ağa bir gün evden çıkarken karısına :

 “Hatun... Bugün canım makarna istiyor.Akşama bana makarna pişir.” der, gider.

Karısı komşuları toplar, evde ne kadar un, yumurta varsa hamur yaptırır, makarna kestirir. Birkaç leğen, birkaç kazan içinde makarnayı pişirir. Olan yağları da üzerine boca eder. Mehmet Ağa akşam eve gelir.

 “Getir bakalım makarnayı... ”der  karısına. ”Yiyelim.”

 “Sen gel..” der karısı. Mehmet Ağayı kazan ve leğenlerin yanına götürür, kapakları açar. “ İstediğin yerden ye..” diye ekler.

Mehmet Ağa öfkelenir, bağırır:

 “Bu ne biçim makarna pişirmek kadın... ”deyince, karısı daha yüksek sesle bağırır:

 “İki evlenecek deyusun makarnası böyle pişer..”

 

                            Al On Sarı Lira Daha

    Deli Hacı zengindir, sıradan bir adamın karısına söver. Adam da Kadı’ya gider. Kadı yargılar. Deli Hacı adamın karısına sövdüğünü saklamaz. Kadı, Deli Hacıya bir sarı lira ceza verir. Deli Hacı böyle uyuz bir adamın onu mahkemeye getirmesine öfkelenir. Kadı’ya sorar:

 “Bu adamın avradına sövmenin cezası bir sarı lira mıdır?”

 “Evet ...” der Kadı.

 “Öyleyse, senin de avradını...” der. Bir güzel sövdükten sonra Kadı’ya: ”Al sana da fazlasıyla iki sarı lira...” Sonra Davacı adama döner; ”Kadı’nın bir sarı lira ceza kestiğine bakma sen...” der. “Senin avrat o kadar ucuz değil. Al sana on sarı lira daha.” 

 

    Eğirdir’de Ada’da oturanlarla ilgili hayli fıkra vardır. Bu fıkraların çok eskiden uydurulduğu bellidir. Babamın dedesinden dinlediği bu fıkraların din ayrımından kaynaklandığını sanıyorum. Eğirdir’ deki mahalleler arasında latifeler vardır, fıkra yoktur. Kale mahallesinde oturanlara "Donsuz kaleliler", "Debene çökelek eken kaleliler", "Kalenin kızı, karanlıkta kor bizi"  gibi sözler söylerler. Hıdırellez mahallesinde oturanlara da "Saç vurmaz mahallesi" derler.

    Ada’da geçmişte oturanların çoğunun Rumlar olması nedeniyle ortaya çıkan farklılığın bir ürünü sandığım bu fıkralardan birkaçını buraya alıyorum.

                                  

                                  Makas

    Ada’da oturanlardan biri suda yüzen bir patlıcan görmüş. Ne olduğunu anlayamamış. Doğru eve gitmiş, bir makas almış gelmiş, deniz kenarına durmuş. Patlıcan dalgada bir inip bir yükseldikçe, o da makası bir açıp bir kapayarak:

 “Gitme korkuturum, gelme kıypıtırım...” dermiş.

 

                                   On Para

    Ada’dan iki arkadaş Konya’ya ticarete gitmişler. Dönüşlerinde Karabağlar’da kâr  hesabı yaparken bir manda gelmiş, uzun süre onlara bakmış. Onlar da para istiyor düşüncesiyle mandaya on para atmışlar. Ada’ya gelip parayı paylaşırlarken saydıklarında on para eksik gelmiş. Tekrar tekrar saymışlar, her seferinde on para eksik gelmiş. Sonunda biri hatırlamış:

 “Bakana da verdik on para ya..”demiş.

 

                                   Kavak Ağacı

    Ada’da oturan biri parasının çalınacağından korktuğu için güvenceli bir yere saklamak istemiş. Aklına evinin önündeki kavak ağacı gelmiş. Parasını bir keseye koyup zar zor kavağa çıkmış, yüksek dalların arasına saklamış. Ama hırsızın biri olayı fark etmiş. Bir fırsatını bulup, kavağa çıkıp, parayı aldıktan sonra kesenin içine eşek tersi koymuş, yine yerine asmış. Para sahibinin bir gün paraya ihtiyacı olmuş. Kavağa çıkıp keseyi açtığında bir görse ki içi eşek tersiyle dolu.

 “Allah Allah... Hadi eşek kavağa çıktı diyelim. Dört ayağını bir yere getirip bu kesenin içine tersini nasıl koydu?” demiş.

 

                                   Şırlangeç Yağı

    Susam yağına derler...Adamın biri yedi sekiz yaşındaki bir çocuğa:

 “Loyn..” demiş. “Anana söyle de, baban yokken beni bir çağırsın.”

Çocuk gitmiş, anasına söylemiş. Kadın da düşünmüş taşınmış, sözü kocasına aktarmış. Kocası:

“Haber gönder... ” demiş. “Adam, yarın eve gelsin.”

Kadın adamı çağırmış çocuğuyla. Sevine sevine gelmiş adam. Kadın karşılamış, odaya almış. Adam soyunmuş... Kadını beklerken, pat diye koca elinde palayla çıkmış gelmiş.

 “Düş önüme...” demiş hovardaya. Bir donla götürmüş şırlangeç yağı çıkaran bir tonluk yuvga taşının olduğu yere. Bağlamış eşek yerine adamı. Sırtının ortasına bir tokat aşketmiş.

 “Yürü bakalım...”demiş. “Dön bakalım...” demiş. “Şu gördüğün susam çuvalları bitene kadar.”

Adamın döndürdüğü taş da değirmen taşı gibi bir şeymiş... Bizim hovarda iki tokat bir kırbaç arasında, pala korkusuyla döne döne ezmiş tüm susamları, çıkarmış sırlangeç yağını. İş bitince adam hovardanın elbiselerini vermiş, salıvermiş. Hovarda da başına gelenleri kimseye söylememiş..

Aradan uzun zaman geçmiş, bir de bakmış ki hovarda karşısında o kadının oğlu. Çocuk:

 “Emmi...” demiş. ”Babam evde yok. Anam seni çağırıyor...”

 “Anlaşıldı.. Anlaşıldı..” demiş hovarda.“ Şırlangeç yağınız tükenmiş.”

 

 

FİNDOS

 

    Tarihte Bindos adıyla da anılır. Yeni adı Gökçeli. Luvi dilinin yerel ardılı Psidya dilinden geçmiş olması düşünülüyor. Adı ihtimalle “Suyu bol yer” anlamı taşıyabilir. Daha sonraları Eudoxioupolis de denmiştir. (Bilge Umar)

 

 

FİNİYER

 

    Bir havuç hastalığıdır.Yendiği zaman ağıza hem acılık verir, hem kum varmış gibi olur.

 

 

FİNNARE 

 

    Cehennemin sonu... Çocukken göle taş attığımızda "Finnareye gitti." derdik. Bu sözle taşı çok uzaklara attığımızı anlatmak isterdik.

 

 

FIRÇA SAKAL

 

    Sakalın 4-5 cm uzunluğunda tutulması haline denir. Eğirdir’de çoğu kişi böyle sakal bırakırmış.

 

 

FOTOĞRAFÇILIK

    Fotoğrafçılığı 1925 lerde İrfan Kaynak başlatmış. Ardından Ali Çakıcıarslan, Şükrü Savaş 1938 den sonra dükkan açmışlardır. 1953 yılında Şükrü Savaş'ın Yellibelen'den çektiği fotoğrafı Türkiye çapındaki yarışmada 2.lik ödülü almıştır. Aynı mesleği şimdi torunu  Şükrü Savaş devam ettirmektedir.

 

FOSSEPTİK TAŞIYICILAR

 

    Eğirdir’de kanalizasyon yoktu. Yalnız Dündar Bey Medresesinin ön yüzünün batısında çarşı helası vardı. Onun lağımı Camiardı’ndan göle kadar uzanırdı. Evlerdeki helalar; evin bir köşesine çukur kazılır, onun üzerine yapılırdı. Bu hela çukurlarının boşalması herkes 15 Eylül, 15 Ekim tarihleri arasında bağlardayken olurdu. Bu işi yapanlar en kötü giysiler giyip çukurdan, kovalarla pisliği çeker, üstten dört kollu sandıklara dökerler, tulumbacılar gibi taşırlardı. Eğirdir’in her yerinden onca yokuşu tırmanıp İnekdenizi üstüne dökerlerdi. Orada pislikten gölcükler meydana gelirdi. Bazı kişiler de herkes bağlarda iken helalarını göle boşaltırlardı.

 

 

FRİEDRİCH SARRE

 

    Alman Friedrich Sarre 1896 da yayımladığı “Küçük Asya Anadolu Seyahatı” adlı kitabında Eğirdir’den de bahseder. Ün dergisinde Dr. Şükrü Akkaya çevirisiyle yayımlanan yazıdan bir bölümünü alıyorum. Yazar 1959 yangınında yanan Ağalar’ın evinde misafir edilmiştir. Kitabın aslında burayla ve Eğirdir’le ilgili fotoğraflar vardır.

    “Eğirdir’de kaldığımız sürece bizi misafir eden kişiler Hacı İsmail’in oğulları iki kardeşti. Bağları, arazileri, şehrin merkezinde büyükçe iki evleri vardı. Evler, pazar yerinden Kale’ye giden cadde üzerindeydi. Bu evlerden biri ikametgah, diğeri harem dairesi olarak kullanılıyordu. Her iki erkeğin de ikişer karısı vardı. Her iki erkeğin de ikinci hanımlarından çocukları olmuş. Birinin yedi sekiz yaşlarında bir oğlu, diğerinin  birkaç yaş daha küçük bir kızı var. İki kardeşle çocuk ve amcalarının, ayrıca bir çocuğun fotoğrafını aldık. Ertesi gün fotoğrafını aldığımız çocuk hastalandı. Bunun fotoğraf çekilmesinden ileri geldiğini, bir çeşit çarpıldığına inandılar. Doktor kısa bir zamanda iyileştirdiği halde, onlar yine kanaatlerini değiştirmediler.

    Burada zengin ve halis bir Türk evinin iç yaşayışı hakkında fikir edinmeye fırsat çıkmıştı. Kaldığımız evin zemini kargir idi. Burada ahırla evin kileri bulunuyordu. Birinci kat ahşaptı. Geniş ve evin cephesince uzayan bir sofa vardı. Odalar bu sofaya açılıyordu. Burada bize iki oda verildi. Mobilyası minderlerle yastıklardan ve yaygılardan ibaretti. Eşyanın hepsi fevkalade temiz ve süslü idi. Büyük sofa asıl ikamet yeriydi. Burada bulunan yüksekçe bir sedirde öğle ve akşam olmak üzere iki öğün yemek yeniyordu. Ev  sahiplerimizle küçük oğlanın da katıldığı yemek büyük bir sinide çok çeşitli yemeklerle geliyordu. Türlü et yemekleri, sebze ve tatlılar yeniyor, her defasında son yemek geldiği zaman derin bir nefes alıyorduk. Ardından hizmetçi ibrikle geliyor, ellerimizi yıkayarak nakışlı peşkirlerle kuruluyorduk. Yemekler ne bıçağa ne çatala ihtiyaç gösteriyordu. Kaşık seklinde katlanan ekmek, kaşık yerini tutuyordu. Bu hal Avrupalılar için garip ve pek de iştah açıcı değildi.

    Harem dairesi bizim için bilhassa merak konusuydu. Dostlarımız bize burasını da göstermek lutfunda bulundular. Önce kadınlara bizim geldiğimiz söylendi. Onlar zemin kata çekildiler. Harem dairesinin avluya bakan tarafının sofası da camlarla kapalı idi. Sokak tarafındaki iki büyük odanın da cumbası vardı. Pencereler ahşap kafesliydi. Sokaktan bakanların içeri görmesi imkansızdı. Odayı alçak sedirler, yüklükler, çok sanatlı yapılmış raflar ve çiçeklikler süslüyordu.

    Kapılarla pencerelerin pervazları, tavanın yapılış tarzı çok sanatkârdı. Sofanın bir köşesinde bir halı tezgâhı gördüm. Sanırım dokumacılık Türk kadınlarının önemli ev işlerinden biridir. Eğirdir ve civarında Anadolu'nun diğer yerlerinde olduğu gibi halı fabrikaları yoktur. Yanılmıyorsam buradan halı ihraç edilmemektedir. Ama buna rağmen evlerde kendi ihtiyaçlarını karşılamaları için bir halı tezgahı vardır. Gerçi bu evde yapılmış halıların bir özelliği yoksa da Eğirdir’de gördüğümüz başka parçalar arasında sanatkârane seccadelerle peşkirler gördük. Bizim bu çeşit eşyayı satın aldığımız şehre yayılınca akşam üzerleri evin avlusu malını göstermek isteyenlerle doluyordu. Bize gösterilen süs eşyaları arasında üzerine inci oturtulmuş altın küpelerin zarif şekilleri dikkat çekiciydi. Bunlardan birer çift edindik. Küpeler, yuvarlak sade şekilleriyle antik süslemeleri andırıyordu.

    21 Temmuzda misafirperver ev sahiplerine veda ettiğimiz zaman bu güzel ve enteresan şehirden ayrılacağımıza üzgündük. Nis Adasıyla Ayastefanos kilisesini bir daha ziyaret etmeyi, Camili dağa çıkarak Kastellis Harabelerini görmeyi çok istiyorduk. Fakat vakit dardı.. Ayın 24 ünde İzmir’de bulunmak zorundaydık.”