Adamın biri evli olduğu yirmi yıl boyunca her akşam evine bir şeyler alıp götürürmüş. Eli hiç boş gitmezmiş. Bir gün işi iyi gitmemiş, parası olmadığından bir şey alamamış, akşam evine eli boş gitmiş. Karısı karşılamış, kocasının eline bakmış. Bir şey yok. Söz söylemek için kocasının gözüne bakınca :
“Viri !... Herif !... Senin gözünün biri körmüş ya...” demiş...
Viri : Eğirdirlilerin ünlem sözü.
Dağ köylerinden biri Eğirdir’e gelmiş. Acıkınca çarşı fırınından bir ekmek almış. Katık için çarşıda gezerken bir kunduracının kösele ıslattığı dağarcığı görmüş. Pekmez sanarak :
“Bu pekmez kaça ?” diye sormuş.
Şakacı kunduracı :
“Çanağı iki akçe..” demiş. Bir çanak doldurmuş, önüne koymuş. Adam kösele suyunu ekmeğine banıp, yeyip bitirdikten sonra kunduracıya iki akçeyi vermiş.
“Bak dayı..” demiş. “Anlamadı zannetme. Pekmezinin hiç tadı yoktu..”
Kisli Mehmet Ağa karısının da desteğiyle, çalışmayla mal, mülk, para sahibi olur. Zenginleşince ikinci bir kadın almak teşebbüsüne girişir. Karısı bunu duyar ama hiç ses çıkarmaz. Mehmet Ağa bir gün evden çıkarken karısına :
“Hatun !.. Bugün canım bol yağlı bir makarna istiyor. Akşama bana makarna pişir.” der, işine gider. Karısı komşuları toplar. Evde ne kadar un, yumurta varsa hamur yaptırır, makarna kestirir. Birkaç leğen, birkaç kazan içinde makarnayı pişirir. Evde olan tüm yağları da üzerlerine boca eder. Mehmet Ağa akşam eve gelir, köşesine geçer oturur.
“Getir bakalım makarnayı..” der karısına. “Yiyelim..”
“Sen gel…” der karısı. Mehmet Ağa'yı kazan ve leğenlerin yanına götürür, kapakları açar.
“İstediğinden, istediğin kadar ye…” der.
Durumu gören Mehmet Ağa öfkelenir, bağırır.
“Bu ne biçim makarna pişirmek kadın ?... Beni batıracak mısın ?”
Karısı daha yüksek sesle bağırır.
“İki evlenecek deyusun makarnası böyle pişer.”
Deli Hacı sıradan bir adamın karısına bir sebepten dolayı söver. Adam da hakkını aramak için Kadı’ya gider. Kadı yargılar. Deli Hacı, adamın karısına sövdüğünü saklamaz. Kadı Deli Hacı’ya bir sarı lira ceza verir. Şehrin eşraflarından olan Deli Hacı böyle uyuz bir adamın onu mahkemeye getirmesine öfkelenir. Kadı’ya sorar :
“Bu adamın avradına sövmenin cezası bir sarı lira mıdır ?”
“Evet…” der Kadı.
“Öyleyse, senin de avradını…” der, bir güzel sövdükten sonra Kadı’ya :
“Al, sana da fazlasıyla iki sarı lira Kadı Efendi…”
Sonra davacı adama döner.
“Kadı’nın bir sarı lira ceza kestiğine bakma sen…” der. “Senin avrat o kadar ucuz değil. Al sana on sarı lira daha.”
Ada’da oturanlardan biri suda yüzen bir patlıcan görmüş. Ne olduğunu anlayamamış. Doğru eve gitmiş, bir makas almış gelmiş, deniz kenarına durmuş. Patlıcan dalgada bir inip bir yükseldikçe o da makası bir açıp bir kapayarak :
“Gitme korkuturum, gelme kıypıtırım.” dermiş.
Eğirdirliler göl için “deniz” derler.
Ada’dan iki arkadaş Konya’ya ticarete gitmişler. Dönüşlerinde Karabağlar’da kâr hesabı yaparlarken yanlarına bir manda gelmiş, uzun süre onlara bakmış. Onlar da bizden galiba para istiyor düşüncesiyle mandanın önüne on para atmışlar. Ada’ya gelip parayı paylaşırlarken saydıklarında on para eksik gelmiş. Tekrar tekrar saymışlar, her seferinde yine on para eksik gelmiş. Sonunda biri hatırlamış.
“Bakana da verdik on para ya…” demiş.
Ada’dan oturan biri parasının çalınacağından korktuğu için güvenceli bir yere saklamak istemiş. Aklına evinin önündeki kavak ağacı gelmiş. Parasını bir keseye koyup zar zor kavağa çıkmış, yüksek dalların arasına saklamış. Ama hırsızın biri olayı fark etmiş. Bir fırsatını bulup, kavağa çıkıp, parayı aldıktan sonra kesenin içine eşek tersi koymuş, yerine asmış… Para sahibinin bir gün paraya ihtiyacı olmuş. Kavağa çıkıp keseyi açtığında bir görse ki içi eşek tersiyle dolu.
“Allah Allah !..” demiş. “Hadi eşek kavağa çıktı diyelim. Dört ayağını bir yere getirip bu kesenin içine tersini nasıl koydu ?”
Susam yağına şırlangeç yağı da derler. Yakın zamana kadar bakkallarımızda satılırdı.
Adamın biri yedi sekiz yaşındaki bir çocuğa :
“Loyn !..” demiş. “Anana söyle de, baban yokken beni bir çağırsın…”
Çocuk gitmiş, anasına söylemiş. Kadın da düşünmüş taşınmış, sözü kocasına aktarmış. Kocası :
“Haber gönder..” demiş. “Adam yarın eve gelsin.”
Kadın adamı çağırtmış çocuğuyla… Sevine sevine gelmiş adam. Kadın karşılamış, odaya almış. Adam soyunmuş… Kadını beklerken, pat diye koca elinde palayla çıkagelmiş. Adam :
“Düş önüme…” demiş hovardaya. Bir donla götürmüş şırlangeç yağı çıkaran bir tonluk yuvga taşının olduğu yere. Bağlamış eşek yerine adamı. Sırtının ortasına da bir tokat aşketmiş.
“Yürü bakalım..” demiş. “Şu gördüğün susam çuvalları bitene kadar yuvga taşını çevir.”
Adamın döndürdüğü taş da değirmen taşı gibi bir şeymiş. Bizim hovarda iki tokat bir kırbaç arasında, pala korkusuyla döne döne ezmiş tüm susamları, çıkarmış şırlangeç yağını. İş bitince adam hovardanın elbiselerini vermiş, salıvermiş…
Aradan uzun zaman geçmiş, bir de bakmış ki hovarda, karşısında o kadının oğlu. Çocuk :
“Emmi…” demiş. “Babam evde yok. Anam seni çağırıyor.”
“Anlaşıldı, anlaşıldı…” demiş hovarda. “Şırlangeç yağınız tükenmiş…”
Yakın köylerimizden iki komşu bir nedenle mahkemelik olurlar. Dava için Eğirdir mahkemesine gelirler. Taraflardan biri çok yaşlı, hem hasta Keziban Nine’yi de ikna eder, şahit olması için Eğirdir’e getirir. Keziban Nine şahit olacağı kişilerin dava sırası gelinceye kadar uzun süre bekler. Sonunda şahitlik için Hakimin huzuruna çıkar. Hakim görevi gereği Keziban Nine’ye hayli sorular sorar.. Uzun süre ayakta kalan Keziban Nine nasılsa sesli bir şekilde yellenir. Hakim çıkışır.
“Ne yaptın kadın ?..” der. “Burası mahkeme salonu.”
Keziban Nine kızar, o da hakime çıkışır.
“O benim düşmanım…” der. “Senin dostunsa gidiver tut…”
Dağ köylerinden Müslüm Ağa’nın Eğirdir’de bir ahbabı varmış. Zaman zaman Eğirdir’e gelir, işini görür, ahbabına uğrar, sohbet eder, dostluğun keyfini yaşarmış.
Yine bir gün Müslüm Ağa Eğirdir’e gelmiş, ahbabına uğramış, yemişler, içmişler, çok hoş zaman geçirirlerken Müslüm Ağa birden ayağa kalkmış.
“Bana izin…” demiş. “Gitmem gerek.”
Ahbabı :
“İyi vakit geçiriyoruz canım..” demiş.”Az daha otur…”
Müslüm Ağa :
“Oturmasına oturayım ya gitmeliyim. Geç kaldım…” demiş. “Ovada darı var, dağda arı var, çadırda karı var… Ne olur, ne olmaz !...”
Eğirdirli avukatlardan Cemal’in bir dava nedeniyle İstanbul’a gitmesi gerekir. Hazırlığını yapar, İstanbul’a gideceğini anasına söyler. Yaşlı kadın ömür boyu görmediği İstanbul’u görmek için oğlundan kendisini de götürmesini ister. Götürmeye niyetli olmayan oğlu :
“Götüreyim ya ana…” der. “Benim işlerim çok, sen de yalnız başına gezemezsin. İstanbul büyük şehir, sonra kaybolursun.”
Anası oğlunun ellerinden tutar, gözlerinin içine bakar :
“İyi ya oğlum…” der. “Ben Ada’da bile kaybolmadım.”
Kahve içilmesinin yaygınlaşmaya başladığı zamanlarda aşiretten bir Yörük Eğirdir’e gelmiş. İşini gördükten sonra bir kahvehaneye girmiş. Bakmış herkes bir şey içiyor. O da içmek istemiş… Kahveciye :
“Bana da ondan getir…” demiş.
Kahveci, kahveyi yapıp adama vermiş.. Adam bir içmiş ki pek hoşuna gitmiş. Bir de kahve fincanına bakmış, küçücük bir şey..
“Kahveci !..” demiş. “Bu kahve pek güzel bir şeymiş… Bu böyle küçücük bir şeyle mi içilmeli ? Bunu kazan kazan pişirmeli, kepçe kepçe içmeli…”
Aşiretlerden bir adam Eğirdir’e gelmiş. İşini bitirdikten sonra dinlenmek için kahvehaneye oturmuş. Bakmış herkes fincan içinde küçük sesle bir şey içiyor, o da içmek istemiş…
Kahveciye sormuş:
“Bunun bir hörpüldetmesi kaç para ?.”
Kahveci de :
“Beş para…” demiş.
“Getir bir tane..” deyince kahveci de kahvesini yapıp getirmiş.
Adam fincanı tutmuş, sıcağı üstünde olan kahveyi bir hörpüldetmede içmiş, gözleri yaşarmış.
Kahveci :
“Ne yapıyorsun ?” deyince :
“Vallahi bir hörpüldetmede içtim. Al beş paranı…” demiş.
Herhalde kahvenin Anadolu’ya dağıldığı ilk zamanlarda kırsal kesimden biri şehire gelmiş. Bir kahvehaneye girmiş. Bakmış herkes kahve içiyor. O da istemiş… Kahvesi gelmiş, her yudumda bir “Oh !.” çekmiş.
Kahveci :
“Nasıl ?” demiş. “Beğendin mi ? Hoş mu ?”
Adam Kahveciye bakmış.
“Vallaha..” demiş. “Hoş ki, ne hoş… Bunu satanın hiç aklı yok.”
Cumhuriyetten sonra Isparta valisi Eğirdir’e gelir. Belediyeye uğrar. Belediye Başkanı Hacı Behçet Efendi karşılar. Vali kendince bazı eleştiriler yapar, emirler verir. Yalnız verdiği emirler ; yapıldığında Belediye Başkanı Hacı Behçet Efendi’yi zorlayacak durumdadır. Vali belediyeden ayrılırken :
“Behçet Efendi…” der. “Bir daha geldiğimde söylediklerim yapılmış olsun.”
Bunun üzerine Belediye Başkanı Hacı Behçet Efendi :
“İyi ya Vali Bey…” der. “Laf torbaya girmez. Emirlerinizi yazılı gönderin.”
Not : O zamanlar resmi yazışmalar özel bir torba içinde gönderilirdi.
Koca Müftü Rafi Efendi Dündar Bey medresesinde uzun zaman hocalık yapmıştır. Bilgili, âlim, şair bir zat olarak tanınmıştır. Osmanlı Maliye nazırlarından Eğirdirli Abdurrahman Nafiz Paşa’nın hem akrabası hem hocasıdır.
Koca Müftü Rafi Efendinin Sadullah, Lûtfullah adında iki oğlu varmış. Sadullah camiden, Lûtfullah meyhaneden çıkmazmış. Dostlarından biri :
“Müftüm !... Nasihat etseniz de Lûtfullah da ağabeyi Sadullah gibi camiye devam etse, iyi olmaz mı ?” deyince ; Koca Müftü Rafi Efendi dostuna :
“Sadullah daha çocuktur. Büyüyüp aklı erdiğinde belki o da camiye gitmez…” demiş.
İbrahim Efendi Belediye’nin ihalesinden bir arsa satın aldı. Yalnız arsa olarak alınan yer taşlık bir alandı. Temel atılabilmesi için alandaki taşların topuzla kırılması, kazmayla sökülmesi gerekiyordu. Eğirdir’den işçi bulmaya çalıştıysa da kimsenin gözü bu işi yapmaya gözü yemedi. İbrahim Efendi tanıdıklarına danışarak, yardımlarını alarak köylerden bir kişiyi işçi olarak tuttu. İşe başlattı. Zaman zaman işçinin yanına gidiyor, çalışmasını izliyordu. Adam emeğini esirgemiyordu. Bir gün içinden geldi. Etli pide yaptırdı. İşçisinin yanına gitti. Baktı ki işçisi kayanın bir gölgesine çekilmiş, öğlen yemeğini yiyordu. Önünde birkaç pırasayla küçük bir naylon poşet içinde toz şeker vardı. İbrahim Efendi yanına yaklaştığında işçi ekmeğini şekerin içine sokup ağzına götürdü. İbrahim üzüntüyle işçisine bakarken işçi :
“İbrahim Ağa !..” dedi. “Böyle yemezsen bu iş görülmez… Bu taşlar kırılmaz.”
İşçinin lokması bitince kalın bir pırasanın ucundan iştahla bir ısırık aldı.
İbrahim Efendi :
“Dediğin doğru... Ardından da şunu yeyiver.” dedi. Etli ekmek paketini uzattı.
Hasan Eğirdirli fakir bir ailenin çocuğudur. Babası Yemen’de şehit olmuştur. Hasan yetim kalmıştır. Annesini bir başkasıyla evlendirmek düşüncesi olduğu için ayak bağı olmasın diye Hasan’ı Sorkuncak köyünden bir ağaya evlatlık olarak verirler. Ağanın bir adeti vardır. Akşam yemeğinden önce abdestini alır, akşam namazını kılar, akşam yemeğini öyle yer.
Hasan’ın evlatlık gittiği ilk gün etli bir yemek vardır. Akşam olur, yine her zamanki gibi Sorkuncaklı Ağa namaz kılmak için abdest almak amacıyla kollarını sıvarken bi de bakar ki Hasan da kollarını sıvıyor. Sevinir, sorar.
“Hasan !.” der. “Sen kolunu niye sıvıyorsun ya ?.”
Hasan cin gibi Ağa’nın gözlerine bakar.
“Et yemeyecek miyiz ?..”
Hakkı Efendi’nin Bağlarda, Mütevelli semtinde bir bağı vardır. Bağda kaldığı sürece ihtiyacını karşılayacak kadar kelifinin içinde eşyalar bulundurur. Kendisi de Eğirdir’deki evinde oturmaktadır. Ancak bağ işleri olduğu zaman bağına gitmektedir. Kelifte sürekli kalmadığı için beş altı kez kilidi kırılıp içerdeki eşyalar çalınmıştır. Çaresiz kalan Hakkı Efendi sonunda kelifinin kapısına şöyle bir yazı yapıştırır.
“İçeride işe yarar bir eşya yoktur. Boş yere kapıyı, kilidi kırıp girmeyin…”
Bir süre sonra bağına gittiğinde yazısının altında şöyle bir not görür.
“Kırarım da, girerim de… Keyfimin sen kâhyası mısın ?”
Kelif : Eğirdir bağlarına özel bir bağ evidir.
Nis’te, yani Ada’da Hobanoğulları adında eski bir sülale vardır. Eğirdir ile karşı kıyılar arasındaki kayık taşımacılığını bu aile bilinen geçmiş zamandan beri yapar. Eğirdir gölünün en büyük kayıkları bu ailenindir. Eğirdir’de ölçüsüz büyüklükte bir eşya yapıldığında “Hobanoğlu’nun kayığı” gibi derler.
Her nasılsa bu Hobanoğullarından biri caminin hocasıyla anlaşmazlığa düşmüş. Hocayla Hobanoğlu arasında bu anlaşmazlık öfkelere, kızgınlıklara sebep olmuş… Cami hocası o kadar kızmış ki bir gün öğle namazını kılmaya başladığında bir de bakmış arkasında Hobanoğlu da namaza durmuş. Sesini olduğundan fazla yükselterek :
“Hobanoğlu’ndan başkasına Allahuekber !..” demiş, namaza başlamış.
İlhan Efendi Demokrat partinin Eğirdir’deki en hastalarındandır. Partisi için yapmayacağı fedakarlığı yoktur. Bütün genel kongrelerde, toplantılarda bulunur, partisine de söz söyletmez. Bu nedenle en yakınlarına bile küstüğü olmuştur.
Bir gün bir arkadaş grubu İlhan Efendi'yi Derya gazinosuna içmeye davet ederler. Hepsi yerler, içerler, günün yorgunluğunu çıkarırlar, felekten bir gece çalarlar, mutlu olurlar. Hepsi de partili olduğu için gece haberlerini kaçırmazlar.Haber saati gelince sofradakilerden biri radyoyu açar, birlikte haberleri dinlerlerken, İsmet İnönü’nün anasının yüz yaşını geçkin öldüğü haberi verilir. İlhan Efendi bir ağlamadır tutturur. Sofradaki tüm arkadaşları şaşırırlar. İsmet Paşa hakkında şimdiye kadar olmadık söz söyleyen İlhan Efendi'nin, İsmet Paşa’nın anasına böyle ağlamasına bir anlam veremezler. İçlerinden biri :
“Yahu İlhan !..” der. “Sen İsmet Paşa’yı söver sayarken anasına ağlıyorsun..”
İlhan Efendi sümüğünü, gözyaşını siler.
“Yok yahu…” der. “Ben anasına ağlamıyorum…”
“Ya neden ağlıyorsun ?”
“İsmet Paşa da anası kadar yaşarsa vay halimize… Ona ağlıyorum.”
Mestan Efendi Eğirdir çarşısının sevimli eski esnaflarındandır. Güleryüzlüdür, şakacıdır, kavgayı sevmez, gönül alıcıdır. Akranları zaman zaman onun dükkânında topanırlar, konuşurlar.
Yine bir gün müşterinin olmadığı bir saatte toplanmışlar, sohbet ederlerken her zaman aralarına katılıp sohbet eden Esat Efendi dalgın dalgın, onları fark etmeden dükkânın önünden geçerken, dükkândaki arkadaşlarından biri görüp :
“Hayrola Esat Efendi.” der. Bizi bile görmeden nereye gidiyorsun ?”
Esat Efendi arkadaşına bir bakar, seslenmez. Arkadaşı kolundan tutar, içeri alır. Israrla :
“Hayrola Esat Efendi !.. Bir derdin mi var ?..” der. “Derdin varsa ortak olalım..”
Esat Efendi “Hiç !..” der. “Bir derdim yok !..”
Komşusu Maksut Efendi :
“Biz,” der. “Bunun derdine çare bulamayız. ‘Beş vakit namazı camide kılıyorsun, evde de kıl’ diye karısıyla kavga etti bugün.”
Oradan dükkân sahibi Mestan Efendi söze karışır. Esat Efendi'nin elinden tutar.
“Esat Efendi…” der. “Benden sana arkadaş öğütü. Allahla aran bozuk olsun, avratla aran bozuk olmasın..”
Adamın birinin hasta bir babası varmış. Uzun zamandan beri hastaymış. Bir gün yakınlarından biri memleketlerinde olan bir hocanın adını vermiş.
“Ona git !.” demiş. “Bir muska yazsın. Göreceksin baban en kısa zamanda iyi olur.”
Adam verilen adrese gitmiş. Muskayı yazdırmış, parasını vermiş. Takmak için babasının yanına gelmiş. Bakmış ki babası ölmüş. Boş yere para verdiğine acımış. Geri dönmüş. Hoca’nın yanına varmış.
“Al Hocam muskanı..” demiş. “Babam kaykıldı. Ver parayı..”
Dülger Ali Efendi’nin Bağlar’da bir elma bahçesi, bahçesinin girişinde de bir evi vardır. Bahçede yer olmadığı için bahçenin yol kıyısına armutu sevdiğinden meyvası çok güzel bir armut ağacı dikmiş, onu da gözü gibi bakmaktadır. Ağaç bakımına cevap vermiş, gürbüz bir ağaç olmuştur. Yaşını alınca dalları meyvaya durmuş, sarı sarı armutlar gelen gidenin gözünü almaktadır. Önceleri Dülger Ali Efendi armutların azaldığını pek fark etmemiştir. Armutların yoldan gelen geçenlerce koparıldığını fark edince de bir çare düşünmüş, ağaca şöyle bir yazı asmıştır.
“Armutlar ilaçlıdır, yerseniz ölürsünüz.”
Dülger Ali Efendi birkaç gün sonra astığı yazının altında şöyle bir not görür.
“Alırım da, yerim de… Can benim canım.. Ölecek olan benim… Sana ne ?”
Eğirdir’in yaşlıları Camiardı’na oturmuşlar, sohbet ederlerken tanıdıkları Ramazan Efendi’nin camiye gelip gelmediği konusunda tartışmaya başlamışlar. Oturanların bir bölümü “Geliyor.” demiş, bir bölümü “Gelmiyor.” demiş. Söz uzadıkça uzamış. İçlerinde bulunan Hüsamettin Dayı :
“Ben..” demiş. “Şimdi Ramazan’ın gelip gelmediğini kendi ağzından söylettiririm. Biriniz gitsin Ramazan’ı çağırsın gelsin.”
İçlerinden biri Ramazan’ı çağırmış gelmiş. Hüsamettin Dayı Ramazan’ı karşısına almış.
“Ramazan !.” demiş. “Sen Aşağı Cami’den kilim çalmışsın.. Görenler var.” deyince Ramazan:
“Vallahi Hüsamettin Dayı…” demiş. “Ben taa Kurban Bayramından beri camiye girmiyorum.”
Yakın köylerden Rafet Ağa bir iş nedeniyle şehire gelir. İşini bitirdikten sonra yorgunluk kahvesi içmek için kahvehaneye oturur. Kahvesini içerken çok yakın dostu İsmail Efendi görür, yanına gelir. Hoşbeş ederlerken öğle ezanı okunur. Beş vakit namazını her zaman kılan İsmail Efendi sohbeti keser.
“Hadi kalk..” der Rafet Ağa’ya. “Ezan okundu. Camiye namaz kılmaya gidelim.”
Rafet Ağa keyfini bozmak istemez.
“Ben..” der. “Ellerin camisinde namaz kılmam.”
Bunun üzerine İsmail Efendi :
“Kalk !..” der. “Bak araba karşıda… Bin, sizin köye gidelim, orada kılalım.”
Rafet Ağa istifini bozmaz.
“Uğraşma İsmail !.” der. “Arada bir namaz kılmam.. O da bu güne denk geldi.”
Eğirdir’de çatı örtüsüne saray derler. Çevresi ormanlık olduğu için evlerin çoğu ahşaptır. Ahşap evlerin çatıları, -Eğirdir diliyle sarayları- oluklu kiremitlerle örtülüdür. Çatıların akmaması için kiremitlerin her yıl aktarılması gerekir. Bu işi yapan ustalar vardır. İşte onlardan biri, bir gün rahatsızlığı nedeniyle işe gidemiyeceği için ; oğlunu çağırmış.
“Oğlum !..” demiş. “Git.. Filan yerdeki evin çatısı akıyormuş. Aktar, gel…”
Oğlu gitmiş. Çatıyı aktarmış gelmiş. Akşam yemekte oğluna :
“Nasıl ?” demiş. “İşini yaptın mı ?
Oğlu :
“Çok iyi yaptım baba…” demiş. “Ev sahibi çok memnun oldu.”
Babası :
“Delik bir kiremit vardı. Onu ne yaptın ?” diye sormuş. Oğlu :
“Onu aşağıya attım, kırıldı…” deyince babası öfkeyle ayağa kalkmış.
“Ne yaptın oğlum ?” demiş. “O bizim ekmek paramızdı.”
“Nasıl ?” demiş oğlu. “Delik kiremit ekmek parası mı olur ?”
Babası kızmış.
“Elbette olur !..” demiş. “Sen o kiremiti alıp sarayın başka bir yerine koyacaktın, bu kış çatı akacaktı ki adam bizi gelecek yıl gene çağıracaktı.”
Eğirdir bağlarının kuruluşu çok eskidir. İhtimal ilk yerleşmeyle beraber bağcılık da başlamıştır. Asmaların her yıl bellenmesi gerekir. Bağı ne kadar iyi bellerseniz asma o kadar sağlıklı, o kadar da bol üzüm verir.
İşi ya da hastalığı nedeniyle bağa gidemeyen Eğirdirlilerden biri oğluna demiş ki :
“Oğlum bugün bağ bellemeye belci gelecek. Sen bağa git. İyi bellemesi için belciyi gözet.”
Oğlu bağa gitmiş. Akşama kadar bağda kalmış. Akşam geldiğinde babası, belcinin iyi belleyip bellemediğini sormuş.
Oğlan :
“Baba !.” demiş. “Belci geldi… Üstünü değişirken beli öyle bir yere sakladım ki, belci akşama kadar belini aradı durdu.”
Duvarcı Dursun Usta çıraksız bir işe gitmez.. Birçok çırak onun yanında usta olmuştur. Çıraklarını da çok iyi yetiştirdiği söylenir. Bir defasında işi çıktığı için çıraklardan birinden elinin alışması amacıyla ahır duvarını onun örmesini ister, gider. Çırak örebildiği kadar duvarı örer. Ertesi gün çırağıyla beraber işe geldiğinde Dursun Usta bir de bakar ki duvar sivri taş çıkıntılarıyla dolu. Çırağa çıkışır :
“Ulan !..” der. “Ben sana böyle mi öğrettim ?.. Bu sivri taşlar da ne ?”
Çırak hemen cevap verir.
“Usta !.” der. “Eşeğin kaşınması için ben o taşları öyle koydum.”
Dul Cemile Hanım küçük bir kırgınlık geçirse yatağa yatar, öleceğini sanırdı… Her yatağa yatışında da komşusu Ali Efendi’yi yasin okuması için kızını gönderir, çağırırdı… Ali Efendi de Cemile Hanımın yanına gider, baş ucuna oturur, yasini okurdu.
Yine birinde Cemile Hanım ; ölürken baş ucunda yasin okusun düşüncesiyle komşusu Ali Efendi’yi kızıyla çağırttı. Ali Efendi yıllarca, defalarca yasin okumaktan bıktığı Cemile Hanımın evine gitti… Baş ucuna oturdu. İki mırmır, bir gırgır etti. Cemile Hanım bu kez okunan yasini beğenmedi.
“Ali Efendi…” dedi. “Bu nasıl yasin ?”
Yasin okumaktan bıkmış olan Ali Efendi :
“Cemile Hanım…” dedi. “Böyle ölüye böyle yasin…”
Sorkuncak köyünden biri Eğirdir’e geldiğinde ateş yakmak için bir çakmak alır. Eşeğine biner, şehirden çıkarken Demirciler’e gelince canı sigara içmek ister. Çakmağı da yeni almıştır. Şöyle bir çakmakla sigarasını yakıp eşeğinin üzerinde keyfederek, gölü, dağları seyrederek gitmek ister. Çakmak taşını çıkarır, kavı da iyice didikledikten sonra çakmak taşının üzerine koyar, başlar çakmağı çakmaya.. Kapılar’ı geçer, Ardıçlar’ı geçer, Kervansaray’ı geçer, hâlâ çakmaktadır. Köprüyü geçer, Konnebucağı, Bayboğan’ı geçer, tam sırtın tepesine varınca kav tutuşur. Adam çakmağına bakar, keyfinden söylenir.
“Barut musun be mübarek ?..”
Karadede’nin Katranlar’ a varmadan eski Isparta yolunun ayrıldığı yerde bir türbesi varmış. XV. yüzyılda yaşamış, Nasreddin Hoca mizaçlı biriymiş. Şimdilerde bile mizahi durumlarda yeri geldi mi adı geçer.
Karadede bir akşam ayışığında bir yere gitmek için yola çıkar. Geceyarısı yolda giderken yağ kandilini ahırda yanar bıraktığı aklına gelir. Yürüdüğü üç dört saatlik yoldan Eğirdir’e geri döner… Doğru ahıra gider, yağ kandilini söndürür. Ahır kapısından çıkarken sabah namazına kalkan karısıyla karşılaşır.
“Ne o Karadede ?” der karısı. “Sen akşamdan gitmemiş miydin ?”
“Gitmesine gitmiştim ya…” der Karadede. “Yağ kandilini ahırda yanar unutmuşum. Onu söndürmeye geldim. Boşa yanıp yağımız israf olmasın.”
“İyi ya.” der karısı. “Pabucunu hiç acımadın mı ? Git gel bu kadar yol yürüdün. Kimbilir taşlı yollarda ne kadar eskimişlerdir.”
Karadede koynundan sağ eliyle bir pabucunu, sol eliyle diğer pabucunu çıkarır. Hanımına pabuçlarının altını gösterek der ki :
“Karadede’n onu da düşündü…”
Ağılköylülerin bir bölümü Pınarpazarı ardına inip ev yaptırdılar. Bu durumda köyleriyle ilgileri azaldı. İlk zorlukları bir mezarlıklarının olmamasıydı.. Kendilerince bir yerde karar kıldılar. Yalnız bu yer tapulu idi. Tapusu da Kızılçubuklu Burhan Çavuş’un üzerinde idi. İçlerinden bir heyet seçtiler. Burhan Çavuş’un yanına vardılar. Kaç para isterse bu on dönümlük tarlayı alacaklarını, bir defada olmasa da ilk fırsatta ödeyeceklerini söylediler. Burhan Çavuş bu tarlanın mezarlık olarak kalması şartıyla köylülere parasız verdi.
Mezarlık için neler yapılacağı konusunda bir toplantı yaptılar. Herkes fikrini söyledi. Bu arada Mürsel de kalktı, fikrini söyledi.
“Bu mezarlığa bizim köyden başka kimse gömülmesin…”
Lekidik İdris Pınarpazarı’ndan bir keçi alır. Belediye rüsumu kesen Zabıta amirine daha az vergi kesilmesi için kendine göre yalakalık yapar. Lekidik İdris’in tutumunu beğenmeyen Zabıta Memuru Mestan güleryüzlü, şirin, samimi görünerek yüz kuruş alınacakken yüz elli kuruş alır. Lekidik İdris Zabıta Memurunun kendinden daha az vergi aldığını zannederek, sevinerek gider.. Bu sevinçle giderken yolda Pınarpazarı’ndan keçi almış birine rastlar. Zabıta Amirinin Belediye vergisi olarak kaç kuruş aldığını sorar. O da yüz kuruş der. Lekidik İdris öfkelenir, hemen geri döner, Zabıta Memuru Mestan’ın karşısına dikilir. Zabıta Memuru Mestan hemen sorar.
“Senin keçin kabak mıydı, boynuzlu muydu ?”
“Boynuzluydu..” der Lekidik İsmail.
Zabıta Memuru Mestan :
“İyi ki geldin…” der. “Boynuzluların vergisi iki yüz kuruştu… Ver ordan elli kuruş daha…”
Kıltaçoğlu bir sarık almak ister. Dükkâna girer, bir sarık beğenir, sorar. Dükkân sahibi :
“On akçe…” der.
Kıltaçoğlu pazarlık amacıyla yedi akçe verir. Pazarlık uzar. Uzun kısa sözlerin sonunda dükkân sahibi :
“Ben onu İzmir’den yedi akçeye aldım. Kârsız nasıl veririm ?..” demesi üzerine Kıltaçoğlu dükkândan çıkar, on günde yürüyerek İzmir’e varır, sarığı alır, on günde yürüyerek Eğirdir’e döner. Sarık satan dükkâna girer, dükkân sahibine :
“Sarığı yedi akçeye vermezsen verme.” der. “Bak ben bu sarığı gittim İzmir’den yedi akçeye aldım, geldim…”
Adamın biri Ramazanda oruç tutuyormuş. Bir yandan da tarlada çalışıyormuş. Çok acıkmış. Çevresinde başka çalışanlar olduğu için görürler diye tarlasının kıyısındaki bir kör kuyuya inmiş, başlamış yemeğini yemeye… Yemek kokusunu alan bir köpek de kuyunun başına varmış, kuyunun içine bakıp bakıp, yiyen yediğinden bana da versin diye kuyruğunu sallamaya başlamış. Arada bir de havlarmış. Köpeğin böyle davrandığını görüp de anlayan adam, aşağıdan yukarı doğru bağırmış.
“Defol oradan köpek… Havlayıp, kuyruk sallayıp da Allah'ı işkillendirme…”
Hoca İsa Efendi çok sevilen bir hocadır. Mevlütlerde, davetlerde onu sık sık çağırırlar. Boğazına düşkündür. Yediğine de seçicidir.. Yağlı ballı olmadan da sofraya pek el uzatmaz.
Bir gün Hoca İsa Efendi’yi yine bir yemeğe davet ederler. Ziyafet umduğu gibi çıkmaz. Sofrada idare eder, bir süre sonra geri çekilir, oturur. Sofradakilerden biri :
“Hocam…” der. “Sofradan pek erken kalktın… Bu sefer neden böyle oldu ?”
Hoca İsa Efendi :
“Doydum…” der. “Midemde yer kalmadı.”
Yemekler yenip bittikten sonra sofraya tatlı olarak bir sini baklava gelince Hoca İsa Efendi, köşedeki yerinden kalkar, sofraya yeniden oturur. Sofradakilerden biri :
“Hoca !.. Hani doymuştun ?” der. “Midende boş yer kalmadıydı…”
İsa Hoca gayet pişkin :
“Baklava yemeklerin padişahıdır.” der. “Padişah gelince nasıl herkes yer verirse, baklavayı görünce midemdekiler de yer açtı…”
Necmi Efendi tahmininde yanılmaz. Şu anda hava kaç derece diye sorsanız o yirmi derse, termometreye baktığınızda yirmidir. Bir yumurta alıp da bu kaç gram diye sorsanız, altmış dört gram derse, tarttığınızda altmış dört gram gelir. Necmi Efendi’nin tahminlerine kahrolan da vardır, kızan da vardır. İşte bunlardan bir grubu Necmi Efendi’ye tuzak kurdular. Bütün amaçları onu toplum içinde mahçup edip gülmekti. Bu kişiler Necmi Efendi’nin her zaman gittiği kahveye ondan önce gidip oturdular. Necmi Efendi’nin gelmesini beklediler. Necmi Efendi geldi, bir çay söyledi… Çayını içerken beş altı metre uzaktan onu mahçup etmek isteyenlerden biri cebinden bir elma çıkardı.
“Necmi Efendi !.” dedi. “Bu elma kaç gramdır ?”
Necmi Efendi uzaktan baktı.
“Yüz kırk gramdır.” dedi. Tam fikrini söylemek için yerinden kalktı, adamın yanına vardı.
“Uzaktan öyle dedim ya..” dedi. “Elma yüz elli gram gelir.”
Hemen mahçup etmek isteyen grup dışarı çıktı. Karşıdaki bakkalın hassas terazisinde elmayı tarttı. Elma yüz kırk dokuz gram geldi.. Onlar içeri girince kahvedekiler sordular.
“Kaç gram geldi ?”
Yüz kırk dokuz gram geldiği söylenince, Necmi Efendi’yi sevenler :
“Canım terazi yanlıştır.” dediler. “Necmi Efendi’nin dediği doğrudur.”
Murat ve Ömer uzun zamandır görüşmemişlerdi. Bir gün karşılaştıklarında geçmişten özlemle bahsettiler, o zamanki arkadaşlarını birlikte andılar. Konuşmalarının bir yerinde Ömer Murat’a :
“Murat…” dedi. “Sen Fikri’nin en yakın arkadaşısın… Ben de onu severim… Fikri uzun zamandır Eğirdir’e gelmiyor… İstanbul’da olduğunu duyuyorum… Geçmişte Eğirdir’i dilinden düşürmezdi. Yıllardır buraya hiç uğramıyor.. Fikri’den bir haberin var mı ?”
Ömer güldü.
“Gelecek…” dedi.
“Ne zaman ?”
“Öldüğü zaman gelecek… Bana üçtür Eğirdir mezarlığından bir yer ayırtıver diye telefon ediyor.”
Makbule Hanım şirin bir hanımdır. Can tatlısıdır, dost, misafir meraklısıdır. Eğirdir’in hükümet adamlarının eşleriyle çok iyi iletişim kurmasını bilir. Bağlar’da oturur. Çok güzel bir elma bahçeleri vardır. İhtiyaçlarını karşılayacak kadar bahçelerinde armut, kayısı, vişne, erik ağaçları da bulunur. Yaz boyu meyvasız kalmazlar.
Makbule Hanım ikram etmekten çok hoşlandığı için memur hanımlarını sık sık bahçesine davet eder. Onlar da taze meyva yemek, güzel bir bahçede hava almak için onun davetini severek kabul ederler.
Bu davetlerden birinde Makbule Hanım o kadar çok ikramda bulundu ki herkes yiyip içtikten sonra ortada çok meyva kalır. Ama Makbule Hanım onların da yenilmesini gönülden ister.
“Haydin !...” der. “Ne duruyorsunuz ?.. Şunları da yiyin… Siz yemezseniz bunları vallaha Hüsnü Amca’nız ineklerine doğrar, yedirir.”
Yordamsız işleri anlatmak için Eğirdirliler bir akıllı gelin tiplemesi yaratmışlardır. Olumsuz işler olduğu zaman “Akıllı Gelin’e bir danışalım.” derler.
Her nasılsa bir inek başını bir küpün içine sokmuş. Çıkaramamışlar.
“Bir de akıllı geline danışalım.” demişler.
Akıllı Gelin’e danışmışlar. Akıllı gelin :
“Kesin ineğin başını…” demiş.
İneğin başını kesmişler. İneğin başı küpün içinden yine çıkmayınca tekrar sormuşlar. Akıllı Gelin :
“Öyleyse…” demiş. “Kırın küpü…”
Bir davette sofraya önce hangi yemeğin konulacağı konusunda tartışma çıkmış. Kimi et demiş, kimi pilav demiş, kimi çorba demiş. Bir türlü anlaşamamışlar. O zaman Akıllı Gelin’e gidip, tartışmayı anlatıp sormuşlar. Akıllı Gelin :
“Neyin üstüne ne yeneceğini biliriz…” demiş. “Önce cılk cılk çorba mı içilir… Söyleyin. Getirsinler baklavayı…”
Mestan Efendi komşusu Bakkal Seyfi Efendi’den her zaman evinin ihtiyaçlarını görürdü. Bakkal Seyfi Efendi saf denecek kadar iyi niyetli bir adamdı. Bütün çarşıyı şakalarıyla zaman zaman güldüren Mestan Efendi bir gün Bakkal Seyfi Efendi’nin dükkânına girer. Yumurtaları göstererek :
“Bu yumurtalar senin mi ?” diye sorar.
Bakkal Seyfi Efendi doğal olarak :
“Benim….” der.
Mestan Efendi de bir yumurtalara bakar, bir Bakkal Seyfi Efendi’ye bakar.
“Bu yumurtaları benim diyorsun amma…” der. “Kalıbına göre çok küçük değil mi ?”
Bakkal Seyfi Efendi kızınca Mestan Efendi hemen dükkânından kaçar. Birkaç gün sonra Mestan Efendi yine Bakkal Seyfi Efendi’nin dükkânına girer, yine eline birkaç yumurta alır. Bakkal Seyfi Efendi’ye sorar.”
“Bu yumurtalar senin mi ?”
Bu kez Seyfi Efendi uyanıktır.
“Benim değil tavuğun…” der.
Mestan Efendi yumurtalarla dışarı çıkarken Bakkal Seyfi Efendi ardından bağırır.
“Para vermeden nereye gidiyorsun ?”
Dışarıdan Mestan Efendi’nin sesi gelir.
“Tavuğu bulup parasını vermeye…”
İki eşek arkadaş olmuşlar. Aralarında sakin bir yer bulup anırmadan yaşamaya karar vermişler. Birlikte dağ taş gezmişler. Sonunda otu bol, dikeni bol, çiçeği bol, yeşillik içinde bir vadi bulmuşlar. Bir zaman otlamışlar, içmişler, semirmişler, keyifleri yerine gelmiş. İki arkadaştan biri keyfinin en keyifli zamanında vadiye bakmış, ormana bakmış, dağlara bakmış. Bir anırmış ki dağlar, taşlar yankılanmış. Sessiz sakin yaşamayı düşünen eşek, anıran arkadaşına;
“Arkadaş !.” demiş. “Hani biz anırmadan, sessiz, sakin yaşayacaktık ?.”
Anıran eşek :
“Boşver arkadaş !..” demiş. “Biz böyle gelmişiz, böyle gideriz.”
Camiardı’nda otobüs duraklarımız vardır. Buradan Bağlar’a, Yenimahalle’ye, Yazla’ya, Konne-bucağı’na otobüs seferleri yapılır.
Bağlar durağında duran otobüse Bağlar’a gittiği yazdığı halde gelenler ”Bağlar’a mı ?” diye sorarlar. Şöför Ali bu sorunun devamlı sorulmasından bıkmıştır. Bir müşteri Bağlar durağına gelir, otobüse binmek ister, sorar :
”Bağlar mı Abi ?”
”Bağlamaz… Geç otur.”
Eğirdir’den bir arkadaş grubu felekten bir gün çalmak için birlik olurlar, Barla tarafına göl kıyısında yemek yemek için giderler.. Gönüllerince eğlenirler. Demlerini tam alırlar. Ama içlerinden Faruk demi kaçırmıştır. Akşam olur, Eğirdir’e dönmek için hareket ederler. Yılancı’yı geçerler, Derbent’in virajlı, taşlı yoluna girerler… Öyle bir durum olur ki tam virajı dönerken araba bir çukura düşer, çok sarsılır. Sarsıntıyla aşırı sarhoşluktan uyanan Faruk başını kaldırınca karşı dağlardan yeni yükselen ayı görür.
“Eyvah !.” der. “Aya mı çarptık ?..”
O günden sonra Faruk’un adı “Ayaçarpan Faruk” olur.
Hasan Efendi balık avlamaya çok meraklıdır. Çarşıda dükkânı olmasına rağmen bazan kârını da gözden çıkarıp çoğu kez balık avına gitmiştir. İşini oğluna bıraktıktan sonra tüm zamanlarını Eğirdir Gölü kıyısında balık avlamakla geçirmiştir. Karabağlar'da, Karaot'ta, Gazire'de, Dikmen'de, Bülbül'de, Karaburun'da balık avlamadığı köşe kalmamıştır. Yaşlanınca bu yörelere gitmek zor olduğu için Kovada gölünde avlanmaya başlamıştır. Kovada gölünün kıyıları otomobil inmesine elverişli olduğu için ikinci el bir otomobil almış, sık sık Kovada'ya balık avlamaya gitmektedir. Kendisi otomobil kullanmasını bilmediği için torunu Osman götürmektedir. Yolun bozuk olması nedeniyle araba birkaç kez arıza yapmış, balık avı meraklısı Hasan Efendi'nin cebi acımıştır.
Hasan Efendi yine bir gün Kovada gölünün kıyılarına balık avlamak için gitmek istemiş, torunu Osman'ın yanına oturmuştur. Yol çok bozuk olduğu için torunu Osman sık sık vites değiştirmek zorunda kalır. Bunu izleyen Hasan Efendi yine arabanın bozulmasından korkarak sık sık vites değiştiren torunu Osman'a öfkeyle çıkışır.
"Osman !.." der. "Orayı burayı oynayıp durma… Yine arabayı bozacaksın…"
Veli adında adamın biri camiden kilim çalmış. Gören kişiler ona hırsız deyince adam :
“Ben çalmıyorum ki...” demiş. “Camiden bana veriyorlar.” Dinleyenler :
“Nasıl olur ?..” deyince hırsız :
“İsterseniz iki saat sonra gelin, görün…” demiş.
Hırsız, hırsız arkadaşını öğütleyip camiye yerleştirmiş… Birinci hırsız, kendine hırsız diyenlerle camiye girince :
“Selamünaleyküm Allahın evi…” diye seslenmiş.
Saklanan ikinci hırsız :
“Aleykümselam Molla Veli..” diye ses vermiş.
Hırsız Veli :
“Allahın evi… Molla Veli’ye birkaç kilim verir misin ?” deyince ; saklanan ikinci hırsız :
“Teklif yok Molla Veli…” demiş. “Kilimleri gir gir al, çık çık al…”
1946 yılı Haziran’ında Eğirdir Gölüne çift motorlu bir bombardıman uçağı düştü. Söylenenlere göre Eskişehir hava üssünden kalkmış, Isparta üstünde arızası olunca Eğirdir gölüne yönelmiş, karaya düşmektense suya düşmeyi seçmiş. Uçak gölün kuzey tarafına düştü. Pilot kurtarıldı. Uçak da bir buçuk ay çalışmadan sonra Babasultan kıyısına getirildi. Bütün Eğirdirli seyre gitti. Daha önce gökyüzünde uzaktan gördüğü uçak yerine, karşısında dev gibi çift motorlu ağır bombardıman uçağını yerde gören hemşerilerden biri :
"Gaç anam gaç..." demiş. "Teyyare bu kadar kocaman mı olur heç ?... Bu suyun içinde dura dura amma da şişmiş."
Eğirdirliler Eğirdir'i çok severler. Hemen hemen memleketlerinden çıkmak istemezler. Dışarı çıksalar en kısa zamanda yine Eğirdir'e dönmek için can atarlar. Gurbet duyguları her zaman ağır basar. Haklıdırlar da... Su, dağ, ova, orman, iklim, renkler dünyanın pek az yerinde Eğirdir'de olduğu kadar birbiriyle uyuşmuştur. Eğirdir bütün özellikleriyle, üç tarafının sularla çevrili olmasıyla küçük bir Türkiye'dir.
Osmanlı döneminde dünyayı Eğirdir'in gökkubbesi kadar gören Abdullah Efendi, bir iş için bir arkadaşıyla Eğirdir'in dışına çıkmak zorunda kalmış.
İki arkadaş eşeklerine binmişler. Karadede'den geçip Katranlar yoluyla Miskinler'e gelmişler. Abdullah Efendi Miskinler yokuşunun başına çıkıp da önüne serilen geniş ovayı görünce şaşırmış. Arkadaşına dönmüş.
"Arkadaş !.." demiş. "Buralar da mı Ali Osmaniyye'nin..."
Süllü Çavuş, evini barkını terk etmiş, Anamas ormanlarında yaşamaktadır. Köy, çevresi ne kadar zorlamışsa da Anamas dağlarını terk etmemiştir. Dağda belirli bir yeri yoktur. Nerde kaldığı belli değildir. Avlanarak, ormandaki arıların ballarından, yabani meyvelerden yararlanarak yaşamaktadır. Çarığının üstünde biriken tozda çayır bittiği söylenir.
Ormanda bir gün giderken karşısına iki ayağı üstünde ayı dikilir. Ayıların bir huyu varmış. Kat'iyen bir başkasına yol vermezlermiş. Ama Süllü Çavuş da yolundan dönmeyecek kadar inatçıymış... Ayıya :
"Çekil yolumdan..." demiş.
Ayı homurdanarak üzerine gelince yanında taşıdığı iri bir kamayı :
"Sen mi ayı, ben mi ayı ?.." demiş. Kamasını koltuk altından kalbine doğru saplamış.
Zengin adamın nazlı bir kızı bir tabakhanecinin oğluna aşık olmuş. Babası orada huzurlu ve rahat olamayacağını söylemiş, kızı bir türlü ikna olmamış... Çok kötü kokuları olduğunu söyleyince, kızı :
"Baba !." demiş. "Ben yıkar temizlerim, o kokular kalmaz."
Bakmış ki adam kızı kararından dönücü değil, kızını sevdiği oğlana vermiş. Bir güzel de düğün etmiş.
Bir zaman sonra kızının durumunu merak etmiş, evine gitmiş. Kızı :
"Baba.." demiş. "Beni bu oğlana vermiyordun. Bak, gelince evi temizledim. Evde hiç koku kalmadı.."
Babası gülmüş.
"Burnun alışmış kızım..." demiş. " Burnun alışmış..."
Enise Hanımın bir torunu vardı. Onu çok severdi. İlkokulu bitirdiği zaman ödül olarak bir dönüm bağını ona vermişti. Bütün dileği torunun okuyup bir kaymakam olmasıydı.
Enise Hanımın torunu ortaokula başlayalı bir haftayı geçmişti. Komşuları Enise Hanıma oturmaya geldiler. Bir süre sohbetten sonra torununun iyi okuyup okumadığını sordular. Enise Hanım :
"Viri !.." dedi. "Çok güzel okuyor. Türkçeyi bitirdi, İngilizce bile konuşuyor."
"Ne diyor ?"
"İtis e pensıl !."
Eski Eğirdirlilerin rasgele kullandıkları, sakız sözlerinden biridir. Bu sözü nasılsa Kalaycı Emin bakır tabak, tencere satarken dışarıdan gelen birine :
"Kahboğlu..." demiş. "Senden çok para istemedik.. Alacaksan al..."
Müşteri bu sözü hakaret kabul ederek mahkemeye gitmiş. Çıkmışlar Kadı'nın huzuruna. Adam şikayetini söylemiş... Kalaycı Emin de kendini savunmuş.
"Vallaha kötü bir niyetle söylemedim Kadı Efendi..." demiş. "Bizim buralarda konuşurken hep böyle söylerler. Alışveriş ederken nasılsa ben de öyle söyleyiverdim işte..."
Sonra şahitler bu sözün bir amaç gütmediğini anlatınca Kadı da beraat vermiş. Sonra arkadaşları Kalaycı Emin'e "Haydi bir kahboğlu daha desene.." diye takılınca Kalaycı Emin :
"Yoo !.." dermiş. "Son kez dedim, Kadı yüzü gördüm. Bir kez daha der miyim !.."
Eğirdir'in Pınarpazarı meşhurdur. Yalnız Eğirdir'in değil, çevre ilçe ve illerin de pazarıdır. Hamitoğlu Beyliği günlerinden kalan yedi yüz yıllık bir pazardır. Geçmişte dört hafta olan pazar şimdilerde on haftadır. Eğirdir yaylaları yazın ve sonbaharda yörüklerle dolar. On beş Ağustos dolaylarında başlayıp Ekim sonlarında biten Pınarpazarı bilhassa yörüklerin davarlarının, yünlerinin, süt ürünlerinin satıldığı, başka yönlerden de herkesin ihtiyacına cevap verecek bir pazardır.. Panayır da denilse yeridir.
İşte bu pazara gelip ürünlerini satan bir yörük yapağı çuvallarının çuvaldızını nasılsa bu büyük kalabalıkta kaybetmiş. Kendisi için çok değerli olan bu çuvaldızı, başkası bulursa kaygısıyla Pınarpazarı'nın kalabalığı arasında nerdeyse gözleriyle tarayarak sonunda bulmuş. O kadar mutlu olmuş ki içinin rahatlığını yaşamak için Pınar dağının yarısına kadar çıkmış. Bir taşa oturmuş, huzur içinde aşağıya bakmış. Görmüş ki insanlar pazar yerinde karınca gibi kaynıyor. Onları, kendisinin kaybettiği çuvaldızı aradığını sanmış.
"Kayna gâvurun pazarı, kayna." demiş. "Çuvaldızı bulan buldu."
Sıtkı Efendi çarşı esnafımızın nüktedan adamlarından biridir. Müşterinin az olduğu zamanlarda dükkân sahipleri birinin dükkânı önünde ayakta günlük olaylardan, işlerinden, kasabanın hallerinden konuşurlar. Açıklarını buldular mı da birbirlerine takılırlar, şakalaşırlar.
Bir gün her nasılsa Sıtkı Efendi pantolonunun düğmelerini iliklememiş, önü açık kalmış. Komşusu Rasim Efendi :
"Sıtkı Efendi..." demiş. "Ahır kapısını açık bırakmışsın..."
Sıtkı Efendi gayet sakin tavırla :
"Korkma Rasim Efendi..." demiş. "O ehlidir, kaçmaz..."
Kıltaçoğlu ucuz sarık almak için yine İzmir'e gitmek istemiş. Birincisinde yayan gidip geldiği, çok yorulduğu için, bu sefer "Tirenle giderim, yürüyerek dönerim." diye düşünmüş. Tirene binmiş, tam İzmir'e yaklaştığı zaman, tiren bir nedenden sürekli düdük çalmaya başlayınca :
"Dayan İzmir dayan..." demiş. "Bu sefer Kıltaçoğlu sarık almaya tirenle geliyor."
Nevruze Hanımın beyi Recep tatlı bir adamdır. Uykusuna, keyfine pek düşkündür. Onun için boş zaman demek uyku zamanı demektir.
Bir Ramazan Bayramının ilk günüydü. Ramazan boyunca o sokaktan bir kere bile geçmeyen davulcu, büyük gümbürtülerle Recep Beyin kapısına dayandı.. Recep Bey kapıya çıktı. Ardından karısı yanında durdu. Recep Bey bir yirmi lira çıkarıp davulcuya verince, karısı :
"Recep !..." dedi. "Bu adam Ramazan boyunca bir kere bu sokaktan geçmedi ki... Bir de çok para veriyorsun.."
Recep Bey :
"Sen ne diyorsun kadın ?.." dedi. "Adam beni Ramazan boyunca uyandırmadı... Gelecek yıl da beni uyandırmasın diye çok para veriyorum."
Bir adamın çok tembel bir kızı varmış. Bir oğlanı sevmiş. Ama oğlan çok çalışkan bir ailenin oğluymuş. Baba kızının orda zorluk çekeceğini düşünerek önce kızını vermek istememiş. Ama kızı vazgeçmeyince vermek zorunda kalmış. Düğünü etmiş, göndermiş.
Bir zaman sonra kızının durumunu merak ettiği için evine gitmiş... Bakmış ki kızı, ocakta çorba pişiriyor, baba evinde yaptığı işlerden değil...
"Nasılsın kızım ?" diyemeden kızı ;
"Çok konuşma baba..." demiş. "Al şu kaşığı, ya şu çorbayı karıştır, ya da şu çıtılgıları kır, ocağın altını yak. Yoksa öğleyin aç kalırsın..."
Eğirdir köylerinden birine Vali gelir. Bir yardımı olur düşüncesiyle köylüler Vali'ye mükellef bir ziyafet verirler. Ziyafetten sonra da köy meydanında Vali köylülerin dertlerini dinler. Sıcak bir Ağustos günüdür. Sıcak ve ziyafetin sonucu Vali Bey susar, yanındakilere :
"Bir soğuk su olsa da içsek..." der.
Vali Bey'in yakınında olan köyün delikanlılarından Veysel :
"Çömçe pınarının suyu soğuktur." deyince Muhtar, Veysel'in eline bir testi verip :
"Haydi Veysel !. Durma. Şunu koşarak doldur geliver." der.
Veysel hayır diyemez. Testiyi alır, yürüyerek yarım saat çeken köyün yamacındaki Çömçe pınarına koşarak giderken tarlada çalışan dayısı görür, bağırır.
"Veysel !.. Bu Ağustos sıcağında böyle koşarak nereye gidiyorsun ?"
Kan ter içinde koşan Veysel bir ara durur, dayısına cevap verir.
"Ağzımla bir b...k yedim de Çömçe pınarına yıkamaya gidiyorum."
Eğirdir'e yakın köylerden birine İstanbul'dan bir misafir gelir. Ev sahibi misafiri ağırlamak için güzel bir sofra hazırlar. Ev halkıyla birlikte yemek için misafir de sofraya oturur. Evin hanımı kalabalığa göre büyük bir tas içinde ilk yemek olan çorbayı getirir. Herkesin aynı tastan çorba içeçeğini anlayan İstanbullu misafir, böyle bir yemek yemekten hoşlanmaz. Bir iki giriş cümlesinden sonra :
" İstanbul'da…" der. "Herkes ayrı ayrı tabaktan yer."
Ev sahibi gayet safiyane cevap verir.
"Beyefendi…" der. "Bizde de geçinemeyen köpeğin yalını ayrı koyarlar."
Bir ana kızını gelin etmeden önce gittiği evde nasıl davranacağı konusunda öğütler vermiş… Kızı da anasının öğütlerini dinlemiş, öğütlerini tutacağını söylemiş.
Kızının düğünü olmuş. Gelini hazırlamışlar. Ata bindirmişler, alay ardına düşmüş. Kızın anası evden bağırarak çıkmış.
"Durun !. Durun…" demiş. Kızıma söyleyeceğim son bir sözüm var."
Düğün alayı durmuş Anası kızının yanına gelmiş.
"Aman kızım !.." demiş. "Bir şey dikerken iğneden geçirmeden önce, ipliğin ucunu düğüm etmeyi unutma…"
Adamın biri oğlunu everirken davet ettiği misafirleri en iyi şekilde nasıl ağırlanacaksa öyle ağırlanması için, aşçısına emir vermiş. Aşçı da emir üzre gerekeni yapmış. Adam, acaba misafirlerim mutlu oldu mu diye davet sonunda sağa sola kulak kabartmış.. Bu dinlemeler arasında kulağına şöyle bir söz gelmiş…
"Her şey iyiydi ya, pilav olmamış.. Yağı çok azdı…"
Adam üzülmüş. Ama ne çare !...
Zaman gelmiş ; kızını gelin ederken aşçısını çağırmış. "Her şeyi geçen düğündeki gibi yap. Yalnız pilavın yağını biraz fazla koy." demiş. Aşçı adamın dediği gibi yapmış. Gene davetliler gelmişler, yemişler, içmişler. Dağılırken Adam yine sağa sola kulak kabartmış. Bu dinlemeler arasında kulağına şöyle bir söz gelmiş.
"Her şey iyiydi, güzeldi ya, pilav olmamış. Yağı çok fazla olmuş."
Adam kendine dönmüş, demiş ki :
"Yağı çok olsa da olmamış, yağı az olsa da olmamış…"
Bir paşa varmış… Bir konuşmasında "Ben kızımı eksiksiz gelin edeceğim." diye bir söz söylemiş. Bu söz şehirde dağılmış.
Paşa bir gün kızını gelin etmek için düğün yapmış. Yapılacak çeyizi fazlasıyla yaptığına inanarak, çeyizleri oğlan evine göndermiş… Halk da merakla bu çeyizleri izlemiş. Paşa, "kızımı eksiksiz gelin ettim" iç huzuru içindeyken aşağıdan bir davulcunun sesi gelmiş…
"Hey gidi Eğirdir paşası paşası
Nerde bu mangalın maşası maşası"
Eskiden Eğirdir kalaycıları köylere giderler, daha çok buğday, nohut, fasulya, mercimek karşılığı kap kalaylarlardı… Kalaycı Mehmet Ağa bu sebeple köyün birine gitmiş.. Sabahtan beri malzemeleriyle yüklü eşeğin ardında yürüdüğü için yorgun, aç bir durumda tanıdığı bir ahbabının evinde ilk gün misafir kalmak istemiş. Ahbabı buyur etmiş, evine almış… Mehmet Ağa hoşbeşten sonra sofra kurulur, karnımı doyururum düşüncesiyle bir süre beklemiş. Ev sahibinde bir kıpırdama olmamış… Hazırlıyorlardır düşüncesiyle bir süre daha beklemiş, yine bir hareket olmamış. Şehir değil ki bir lokantaya gitsin.. Sofra kurulmasından ümidini kesince ev sahibine :
"Ahmet Ağa…" demiş. "Sizin köyde mezarlık var mı ?"
"Olmaz olur mu ? Var.."
"Burada açlıktan ölenleri nereye gömerler ?.."
Bir arkadaş grubu bir ziyafette, birlikte olup yerler, içerler. Bir ara iki kişi arasında şiddetli bir tartışma başlar.. Birbirlerini dinlemeden karşılıklı fikirlerini söylerler… Kimin hangi fikri savunduğu anlaşılmaz hale gelir. -İsmi gerekli değil- tartışmacılardan biri hararetli bir şekilde düşüncelerini söylerken, karşısındaki yüksek sesle yellenir. Orada bulunanlarca bir kahkaha tufanıdır gider. Kendinin dinlenilmediğine kızan konuşan tartışmacı, tartıştığı kişiye öfkeyle seslenir.
"Önce sözümü sözle kesiyordun, şimdi sözümü yelle kestin be arkadaş…"
Avcılar ava çıkarken o güne kadar hiç ava gitmemiş biri onlarla ava gitmek ister. Avcılar hoş görürler. Yalnız adam avları tanımamaktadır. Neleri avlayacağını sorar, avcılar av hayvanlarının bazılarını elleriyle, dilleriyle tarif ederler. Tavşanı tarif ederken de "iri gözlü, kulakları uzun bir av hayvanıdır." derler.
Av yerine varırlar. Herkes av için bir yerlere dağılır. Acemi avcı da kendine av yapmak için bir yol tutar. Gezerken tarife benzeyen uzun kulaklı bir hayvan görür. Onu avlar.
Avcılar kararlaştırılan saatte toplantı yerinde toplanırlar. Aralarında acemi avcı yoktur. Bir de bakarlar ki uzaktan o geliyor, sırtında bir şey getiriyor.
Acemi avcı getirdiğini ortaya koyunca, diğer avcılar şaşırırlar, sorarlar.
"Bu sıpayı niye vurdun ?"
Acemi avcı :
"Siz." der. "Tavşanı tarif etmediniz mi. Uzun kulaklı bir şey diye.. Onun için vurdum."
Avcıların içlerinden biri :
"Bu tavşan değil ki.. Sıpa…" der. "Hem tavşanlar bu kadar iri olmaz ki…"
"Neden olmasın canım ?" der acemi avcı. "Belki bu tavşanların kart babasıdır."
Birinci Meşrutiyetin kuruluşunda önde olan Gelendostlu Serasker Hüseyin Avni Paşa iptida tahsilini Eğirdir'de yapmıştır. Eğirdir'de anlatılanlara göre babasına "Katırcıoğlu" derlermiş. Babası Hüseyin Avni'yi okuması için İstanbul'a götüreceği zaman Eğirdir'den biri :
"Katırcıoğlu !." demiş. "Oğlanı nereye götürüyor-sun ?.."
Katırcıoğlu da :
"İstanbul'a okumaya götürüyorum." demiş.
Adam :
"Okuyacak bir senin oğlun mu kaldı ?" deyince Katırcıoğlu cevap vermiş.
"Yarın anırdığında buralardan duyarsınız."
Emine ninemiz yaşlı, sevimli bir ninemizdir. Kocası öleli çok olmuştur. Çocukları İstanbul'a yerleşmiş, yılda bir iki kez Eğirdir'e gelebilmektedirler. Emine nineyi çocukları İstanbul'a götürmüşler, Emine nine orada yapamamış, Eğirdir'e dönmüştür. Mahalledeki akranlarıyla kendince huzurlu yaşamaktadır. Çocukları da anneleriyle her zaman görüşmek için Emine ninenin evine bir telefon bağlatmışlardır. Telefon kullanmasını da zar zor Emine nineye öğretmişlerdir.
Emine nine bir gün telefonda oğluyla konuşmak ister. Ama yanlış numara çevirir. Telefonda, banttan bir ses duyar.
"Sayın abonemiz.. Yanlış numara çevirdiniz."
Emine nine :
"Vallahi yanlış çevirmedim yavrum…" der. "Her zaman çevirdiğim oğlumun numarası…"
Ömer Efendi seksenini çoktan aşmış, diri biridir. Hayatını terzilikle kazanmış, o yaşlara gelmiştir. Seferberliğin açlık, kıtlık yıllarını yaşamaktadır. Çarşıdaki dükkânını çoktan kapatmıştır. Ama onun dikimine alışanlar evine kadar gelmekte, o da onların ihtiyacını karşılayan hırka, gömlek, potur dikmektedir. Oğlanların hepsi seferberlik nedeniyle askerdedir. O yaşta evin ihtiyacını karşılamak için yapacağı başka bir şey yoktur. Seferberliğin sıkıntıları yetmemiş gibi o yllarda bir de çekirge afeti olmuştur. Çoğu zamanlarını Eğirdir'in meşhur kahvehanesi Taşkahve'de geçirmektedir. Bazan giydiği hırkaya müşteri çıkarsa hemen orada satmakta, hırkalık kumaş alıp, evine gidip, bir hırka daha dikip giymekte, yine Taşkahve'ye gelmektedir.
Yine bir gün Taşkahve'de otururken pamuklu hırkasına bir müşteri çıkar, anlaşırlar. Ömer Efendi hemen hırkasını çıkarır, sattığı adama giydirir. Kahvede oturanlardan biri :
" Ömer Ağa !." der. "Hırkayı sattın. Ya gömleğine de bir müşteri çıkarsa.."
"Onu da satarım…" der.
"Donuna müşteri çıkarsa !.."
"Onu da satarım."
"İç donuna da müşteri çıkarsa !."
"Sen alacak ol, onu da satarım…"
"O zaman eve nasıl gideceksin ?"
"Sen paradan haber ver.." der Ömer Efendi. "Bir elimi önüme tutar, bir elimi ardıma tutar, eve giderim… Yenisini diker, gelirim…"
Isparta Valisi köylerin kalkınmasıyla çok yakından ilgiliydi. Bu konuda köylere devletten kredi sağlar, Özel İdare'den köylülere yardımcı olurdu. Çevre şartlarına göre hayvancılık, besicilik daha doğru olur düşüncesiyle o konuda daha çok destek gösterirdi.
Bir gün yaptığı çalışmaların sonucunu öğrenmek için daha önce destek verdiği Eğirdir köylerinden birine gitti. Eğirdir'de kaymakamlığa uğrayıp, kaymakamın da kendisiyle gelmesini istedi… Kaymakam çok önemli bir nedenle hemen gelemeyeceğini, arkadan geleceğini söyleyince Vali Bey inceleme yapacağı köye vardı. Besihanenin sahibiyle beraber muhtar karşıladı, besihaneye gittiler. Bir süre sonra muhtar kaykakamın geleceğini bildiğinden dışarıya kaymakamı karşılamak için çıktı. Çok geçmeden Kaymakam geldi. Vali'nin nerede olduğunu sordu.
Muhtar eliyle işaret ederek :
"Kaymakam Bey !.." dedi. "Vali Bey ahırda."
1959 yılı… Ankara'dayız. Eğirdirli arkadaşlardan bir grup bir akşamdan sonra Milletvekilimiz Tevfik Tığlı'yı Anafartalar Işıklar sokaktaki evinde ziyaret etmeyi düşündük. Hepimiz üniversitelerde öğrenciyiz. Ya gecekondularda kalıyoruz, ya üniversite yurtlarında… Bir gün aramızda anlaştık. Akşamdan sonra geç denecek saatte Tevfik Tığlı amcamızın kapısını çaldık… Bizi içeri buyur ettiler. Biz salona geçtik oturduk. Anlaşılan Tevfik amcamız Meclisten geç gelmiş ki yemek yiyorlar. Tevfik amca bizi sofraya buyur etti. Ama sofrada kahvaltıda yenen yiyecekler vardı.
"Çocuklar !." dedi… "Buyur ettim amma sofra kahvaltı sofrası… Doktorlar akşamdan sonra yemek yemememi, kahvaltı etmemi söylediler." Bizler Tevfik amcamın sözünü çekinerek ve gülümseyerek karşılarken, Aziz Üstün hepimizin yerine cevap verdi. "Siz buyurun Tevfik Amca… Biz her zaman kahvaltı yapıyoruz."
Geçmişte yaz aylarında Kaleönü'nde Ersavaş bir açıkhava sineması çalıştırmıştı. Yaz akşamları nerdeyse Eğirdir halkı Kaleöünü'ne dolar, sinemaya giderdi. Tabii ki en çok Türk filimleri izlenirdi. Sinema yüzü görmeyen yaşlı nineler bile sinemaya gelirlerdi. Eğirdir'de güzel bir yaz gecesi canlılığı olurdu.
Gösterilen filimlerden biri Zeki Müren'in Berduş'u idi… Bu filimde Zeki Müren'i dövmeyen yoktu.. Zeki Müren'in herkes tarafından dövülmesine çok üzülen yaşlı bir ninemiz perdeye seslenir.
"Hep dayak mı yiyeceksin !... Bir de sen vur oğlum…"
Bir adamın dört kızı varmış. Kızlarını Aras'a, Findos'a, Gönen'e, Radumos'a gelin etmiş.. En çok da Gönen'deki kızını severmiş.. Kızlarının hepsinin de kocası çiftçi imiş.. O yıl çok buğday ekmişler. Ama o yıl da çok kurak gitmiş… Adam kızlarının geçimi için kaygılanmış.. Ekinlerden ümit kesildiği anda öyle bir güzel yağmur yağmaya başlamış ki adam sevincinden :
"Yağ yağmur yağ !.." demiş. "İki Aras'a, bir Findos'a, arada Radumos'a… Yağdır Allahım Gönen'e, yağdır Allahım Gönen'e.."
Zübeyde Ana beş vakit namazını hiç kaçırmaz. Nerde olursa olsun vakti geldi mi namazını kılar. Bir özelliği daha vardır. Dualarını çoğunlukla sesli okur. Bu nedenle de namazını hep yalnız kılar, saatinde kılmayı da çok dikkat eder.
Komşularına gittiği bir gün öğle ezanı okununca sohbeti hemen bırakıp abdestini alır, seccadeyi yayar, kıbleye durur. Sesli olarak yine namaza başlar.
"Niyet ettim, niyet eyledim akşam namazına… Aman be… Öğle namazına…"
Nurhayat Hanım çıtıpıtı bir hanımdır. Pek dillidir. Evinde kafesteki bülbüller, sakalar, kanaryalar gibi durmadan öter, durur. Kocası bu kadar konuşkan olmasına şikâyetçidir ama, ne yapsın katlanmaktadır.
Bir gün televizyon izlerken İngiltere'de olan Nurhayat Hanım'ın dikkatini çeken bir haber verilir. Bu haberi hemen kocasına iletmek ister.
"Asım …" der. "Bak İngilitere'de ne olmuş ?"
Her zaman konuşmasını sıkıntıyla dinleyen kocası Asım Bey sözünü keser.
"Doğru konuş kız…" der.
Bunun üzerine Nurhayat Hanım hatasını düzeltmek ister…
"Ne diyeceğim ?.. İngiliztere mi diyeceğim ?"
Cumhuriyetten önce Ada'da Rumlar otururdu.. Bir sohbet anında Eğirdir'deki Müftü ile, Ada'daki Papaz arasında bilgi yarışı gibi bir durum olmuş… Papaz :
"Müftü Efendi…" demiş. "Çok bilgili olduğunu söylüyorsun amma, söyle bakalım. Cennetin Kapısı önündeki dut ağacını kim kesti ?"
Bu soru karşısında Müftü Efendi zihnini yoklamış. Bir cevap bulamamış.
“Bana üç gün izin.” demiş. Papaz “Olur.” demiş. Ayrılmışlar. Müftü Efendi bütün kitapları karıştırmış… İlim sahibi kimselere sormuş, bir cevap bulamamış.
Üç gün sonra Papaz, Müftü Efendi’yi bulmuş, aynı soruyu sormuş… Müftü Efendi :
“Cevabını daha bulamadım…” deyince Papaz :
“Sana üç gün daha…” demiş.
Müftü Efendi bildiği bütün kaynakları taramış. Yine bir cevap bulamamış..
Papaz beş gün sonra yine Müftü Efendi’nin karşısına dikilmiş.
“Sorumun cevabını buldun mu Müftü Efendi.” demiş.
Müftü Efendi ezik bir tavırla :
“Vallaha bulamadım Papaz Efendi..” demiş. “Doğrusu merak ettim. Kim kesti ?”
Papaz:
“Kim olacak !..” demiş. “Sorkuncaklı Veli kesti.”
Meğer Cennet adında Sorkuncaklı bir kadın varmış. Sinek oluyor diye komşusu Veli Cennetin kapısı önündeki dut ağacını kesmiş.
Ahmet Dayı kahvenin tiryakisi olduğunu her yerde söylerdi.. Dostunun biri onu yatılı misafirliğe davet etmişti.. Ahmet Dayı “Ben kahvenin hasını bilirim.” dediği için onu mahçup etmek amacıyla sınamak istedi. Ahmet Dayı dostunun evine varınca, Dostu ona bir yorgunluk kahvesi sundu. Kahvenin içine bir arpa tanesini kavurup karıştırdı. Ahmet Dayı kahveyi içti, hiçbir şey söylemedi. Dostu içinden :
“Tiryakiyim diyen adama bak…” dedi. “Ben onu yarın kahvehaneye gittiğimizde nasıl mat ederim !..”
Ahmet Dayı akşam yemeğini yedikten sonra :
“Bana izin… Gideyim…” deyince Dostu :
“Hani bu gece bizde yatacaktık ya…” dedi. “Daha akşam kahvesini içmedik…”
Ahmet Dayı :
“Az daha kalırsam…” dedi. “İçtiğim kahvelerden arpalarım.”
Eğirdir köylerinden birinde iki yalancı varmış. Biri Eğirdir’den dönünce :
“Yediğin içtiğin afiyet olsun… Eğirdir’de neler gördün ?.. Anlat da dinleyelim.” demişler.
Yalancı da :
“Ben gelirken Eğirdir gölü yanıyordu.” demiş.
Köylüler :
“Hiç öyle şey olur mu ? Su yanar mı ?” demişler. Arkadan gelen ikinci yalancıya sormuşlar.
“Bu adam Eğirdir gölü yanıyor dedi.. Doğru mu ? Sen gördün mü ?”
İkinci yalancı da :
“Gölün yandığını görmedim amma…” demiş. “Camiardı’nda yanık yanık balık yığınları vardı..”
Bu çeşit yalan söylemeye çevrede zavur atmak derler.
Eğirdir’de “Baniyo’dan bozuk çıktı.” diye bir deyim vardır. Şu fıkraya bağlanır.
Ada’da oturan Rumlardan Baniyo adındaki kız tam ölmek üzereyken kelime-i şehadet getirir. Annesi, babası kızlarının ölümünden çok, şehadet getirmesine ağlarlar.. Onlara :
“Niçin bu kadar çok ağlıyorsunuz ? Veren Allah alır da… Ölenle ölünmez ki…” diyenlere onlar da :
“Kızımız Baniyo öldü. Ölürken kelime-i şehadet getirdi... İsa Mesihi küstürdü… Şimdi Muhammed de tanımaz… Ne olacak Baniyo’nun hali ?.. Yandı ki yandı. Onun için ağlıyoruz.”
Bir eşkıya yol kesmiş, gelen geçenden soymadığı adam kalmamış. Bir Hoca da köylerden topladığı ağırlıklarla memleketine dönüyormuş. Eşkıya karşısında direnememiş. Puldan maldan ağırlıklı olarak nesi varsa eşkıya almış… Eşkıya Hocanın her şeyini almış ama Hoca da gülmeye başlamış. Eşkıya kızmış.
“Neye gülüyorsun Hoca ?” demiş. “Soyuldun işte…”
Hoca yine gülerek :
“Yiğitim !...” demiş. “Sende bu silah, bende bu sarık varken, sen de aç kalmazsın, ben de aç kalmam.”
Hoca izine dönüvermiş köye…
Eşkıyanın biri bir geçit tutmuş, geleni soymuş, gideni soymuş. Soygundan aldığı altınları da atının eğeri altına saklarmış. Bir Ramazan sonrası topladığı paralarla bir hoca çıkagelmiş. Eşkıya silahını doğrultmuş. Hoca da hiç zorluk çıkarmadan üstünde ne kadar ağırlık varsa çıkarmış, eşkiyaya vermiş. Bir yandan da eşkiyanın atına bakarmış. Eşkıya :
“Ne bakıyorsun ata ?” demiş. “Ne var ?”
Hoca :
“Vallahi..” demiş. “Bu yaşın sahibiyim, böyle bir at görmedim. Herhalde Hazreti Ali’nin Düldül’ü bile böyle bir at değildi. İzin verirsen üstüne binip şu ağaca kadar varıp geleyim. Atta çok gözüm kaldı.”
Eşkıya :
“Ya binip kaçarsan ?” demiş… Hoca da :
“Nasıl kaçarım ?” demiş. “Elinde Azrail gibi silah var. Bir kurşunla hakkımdan gelirsin. Kurşundan da hızlı gidecek değil ya.. Hem binersem gözüm değmez…”
Nasılsa Eşkıya Hoca’nın sözlerini makul bulmuş, atı vermiş. Hoca da binmiş. Dediği ağaca kadar varmış, gelmiş. Bir at ne kadar övülecekse o kadar övdükten sonra :
“İzin ver…” demiş. “Bir kez daha gidip geleyim, son olsun…”
Eşkıya izin vermiş. Hoca ağaca yaklaşırken denediği atı hızlandırmış, daha da önce keşfettiği tepeyi eşkıya silahına davranamadan dolanıvermiş. Eşkıya atının, altınlarla dolu eğerinin ardından bakakalmış.
“Ulan Hoca !..” demiş. “Ulan Hoca !.. Beni bir soydun ki, şekl-i şeriat üzre…”
Bir adamın dededen kalma güzel bir kılıcı nasılsa eğrilmiş. Adam eğri kılıcı doğrultmak için ustasına götürmüş. O an için usta dükkânında değil, kahvede arkadaşlarıyla tavla oynamaktaymış. Kılıç sahibi de oraya gitmiş. Kılıcı gösterip derdini anlatmış. Kılıç ustası oyun arasında iki sandalyenin arasına kılıcı koyup, kıçıyla doğrultmuş.
Kılıç sahibi :
"Usta !.." demiş. "Borcum ne kadar ?"
Usta da kılıcın değeri ne ise o kadar para istemiş. Kılıç sahibi öfkelenmiş.
"Ne iş yaptın ki usta ?.." demiş. "İki sandalye arasına kılıcı koyup kıçını dokunduruverdin. Seninkisi fırsatçılık."
Kılıç ustası hiçbir şey dememiş. Sahibinin elinden kılıcını almış, iki sandalyenin arasına koyup kılıcı aynı şekilde eğivermiş, sahibinin eline vermiş, tavla oynamaya devam etmiş.
Kılıç sahibi içinden memnun olmuş. Çünkü kılıcın nasıl doğrulacağını öğrenmiş. Evine gelmiş. İki sandalye bulup kılıcı arasına öğrendiği gibi koymuş, kıçıyla bastırmış. O dededen kalma yadigâr kılıç "küt" demiş, iki parça olmuş.. Adam :
"Demek ki.." demiş. "Ustanın kıçı da usta…"
Bundan elli yıl önce Çaylı Çavuş geçimini oltayla balık avlayarak sağlardı. Av yapacağı yerlere, omzunda balık kamışları, sırtında bir kıl heybe ile gider gelir, yakaladığı balıkları çarşıda satardı. Av hikâyelerini de ortamını buldu mu dinleyenlere anlatırdı. Birinde bu hikâyelerden birini kendi ağzından ben de dinledim..
"Bir gün…" dedi. "Adalıların Pazar kayığına bindim, Canada'da indim.. Hava da tam balık havası… Çapak iplerini hazırladım. Birine armut gibi ekmek içi sapladım, birine solucan sapladım, birine yumuşak yengeç sapladım. "Haydi deli çapakların ağzına…" dedim. Birini Göktaş'a, birini Bağlar'a, birini de Köprübaşı'na doğru attım… Bir ip daha hazırlıyordum ki, baktım Köprübaşı'na doğru yumuşak yengeçli yemle attığım ip gidiyor, ipi tuttum. Balık bir asılıyor ki, asılıyor. Ben de asılıyorum. İp bir sağa cızlam çekiyor, bir sola cızlam çekiyor. Anladım ki ipin ucundaki deli çapaklardan biridir. İpe güvenim var. Balık asıldı, ben asıldım. İpi bir karış kendime çekemedim balığın acarlığından… Alnım, ensem boncuk boncuk ter oldu.. Bir saat mı, iki saat mı uğraştım bilmem… Bir de baktım ki Köprü karşımda…"
Not : O zamanlar Canada yolla Eğirdir'e bağlı değildi.
Tembel bir kız sarık yapmada kullanılan, ince bir tülbent olan, “dastar” dokuyan aileye gelin gitmiş. Ailenin diğer bireyleri çalışırken o hep kaçamak yaparmış. Bu amaçla da ilk fırsatta bir çocuk sahibi olmuş. Akşama kadar çocuğu kucağında, gezer dururmuş.
“Bir iş yapmıyorsun.. Kocan akşam geldiğinde “Ne iş yaptın ?” diye sorarsa ne cevap vereceksin ?” diyenlere ; çocuğu göstererek :
“Ak dastarım, dastarım
Nerde gördüğün iş derse
Ben de bunu gösterim.” dermiş.
Bir kabadayı kabadayılığını göstermek için meydanda bir adam yakalamış… Kabadayı, adamın yüzüne her vuruşta dayak yiyen adam :
“Vay arkam !..” dermiş.
Kabadayı tekrar yüzüne vurdukça dayak yiyen adam :
“Vay arkam !..” diye bağırırmış.
Kabadayı kızmış.
“Ulan !..” demiş. “Ben senin yüzüne vuruyorum... Sen vay arkam diye bağırıyorsun. Bu ne iştir ?..”
Dayak yiyen adam :
“Arkam olsaydı..” demiş. “Sen bu tokatları bana atabilir miydin ?..”
Bakırcı Osman Efendi, mal almak için İzmir’e gider. Bir otele iner. İşini görmek için Basmahane dolaylarındaki dükkânları gezer. İşini bitirir, oteline dönmek isterken yolu kaybeder. Uzun süre dolanır, otelini bulamaz. Sonunda bir taksicinin yanına yaklaşır. Oteline götürmesini ister ama, bir türlü otelin adı aklına gelmez. Değişik şekillerde, sözlerle derdini anlatmaya çalışır ama, taksici bir şey anlamaz.. Sonunda :
“Hani canım…” der. “Bir türkü vardır ya…”
“Ne türküsü ?” der taksici.
“Canım, kazan kazan bana ver der ya…”
Taksici anlar :
“Otelin adı Bergama mı ?” deyince Bakırcı Osman sevinçle :
“Hah !..” der. “İşte o otel…”
Bir adamın karısı ölürken kocası :
“Senin yemeklerin çok lezzetliydi. Sırrı nedir ?” diye sormuş.
Karısı da :
“Ben yemeklerime soğan koymam.” demiş.
Kadın öldükten sonra adam evlenmiş. Yeni karısına yemeklere soğan koydurmamış. Amma yemeklerde istediği lezzeti alamamış. Bir de yemeklere soğan koymasını söylemiş yeni karısına.. O zaman adam yemeklerde istediği lezzeti bulmuş. Ölen karısı için :
“Amma da kadınmış…” demiş. “Her zaman kendini hatırlatmak için, demek bana böyle söylemiş.”
Manifaturacı Mustafa Efendi dükkânını oğlu Zühtü’ye bırakır, emekli dönemine geçer. Oğlu Zühtü manifatura malı almak için İstanbul’a giderken bazı öğütler verir. Kaygılı olduğu için İstanbul’a varınca telgraf çekmesini ister. Oğlu Zühtü İstanbul’a varır, “Emniyet” oteline iner, para az gitsin diye babasına :
“Emniyet’teyim…” diye bir telgraf çeker. Babası :
“Eyvah !..” der. “Oğlan karakola düşmüş…”
Oğlunu kurtarmak amacıyla İstanbul’a gitmeye kalkar.
Oğlu Zühtü “Emniyet” otelini beğenmez, “Selamet” oteline geçer. Yine babasına telgraf çeker.
“Selamet’teyim.”
Mustafa Efendi :
“Oh !..” der. “Oğlanı salıvermişler…”
İstanbul’a gitmekten vaz geçer.
Hoca Abdurrahman Efendi, bir mecliste bulunuyordu. Herkes şarap içerken onu da buyur ettiler. O da şarap kadehini eline aldı, içine iki parmak arasında bir şey attıktan sonra içti. Meclistekilerden biri :
“Hocam..” dedi. “Dinimizde içki haram değil mi ?” Hoca Abdurrahman Efendi kadehten bir yudum daha aldı.
“Görmedin mi ?” dedi. “Ben kadehin içine bir tutam tuz attım. O sirke oldu… Ben şarap içmedim ki…”
Eğirdir’de Balballar sülalesinin geçmişte çok zengin olduğu söylenir. Bir miras paylaşımında şinikle altın paylaşmışlar.
Bir gün evin babası bir nedenle komşularının çok fakir olduğunu söylemiş. Yeniyetme oğlu :
“Baba !..” demiş. “Komşumuzu çok fakir diyorsun. Bir şinik altınları da mı yok ?..”
Şinik : 7 kg buğday alan silindir bir kap
Rasim’le Sami çocukluklarında çok iyi arkadaştılar. Beraber Köprübaşı’na gider, birlikte kendi ineklerini güderlerdi… Zaman geçti, büyüdüler. Rasim Eğirdir’de kaldı. Sami okudu, genel müdür oldu, siyasete atıldı, bakan oldu.
Sami’yi kutlamak için gidenlerin arasına çocukluk arkadaşını kutlamak için Rasim de katıldı. Heyet Ankara’ya vardı, Bakan Sami’nin odasına girdi. Bakan Sami hepsiyle tek tek ilgilendi. Sıra Rasim’e gelince Bakan :
“Sen ne yapıyorsun Rasim ?” dedi. “İşlerin iyi mi ?”
Rasim gülümsedi Bakan’a :
“Hatırlar mısın ?” dedi. “Seninle Köprübaşı’nda çok inek gütmüştük…”
“Hatırlamaz olur muyum ?” dedi Bakan Sami.. “Ne günlerdi o günler…”
“Öyle…” dedi Rasim. “Senin inek çamura batmıştı… Onu da hatırladın mı ?”
“Hatırlamaz olur muyum ?.” dedi Bakan.
“Uğraşıp da çıkaramayınca, ağladığını da hatırlar mısın ?”
“Hatırlamaz olur muyum ?.”
“Sonra o ineği çamurdan kim çıkardı ?”
“Sen çıkardın, beni dayaktan kurtardın.”
“Ne yaptığımı sordun ?.. İşte sen bakan oldun. Ben de bizim mahallenin muhtarı oldum.”
Veli, çılgın bir delikanlıdır. Kendini ispatlamak için göze alınmayacak işler yapmıştır. Onun korkusuz davranışları nedeniyle halk ona bir sıfat takmış, adı “Deli Veli” olmuştur. Evlenmiş, çocukları olmuş, çocuklarından biri Ziraat Fakültesini bitirip Eğirdir’e gelmiştir. Bir gün çarşıda alışveriş yaparken dükkân sahibi bu delikanlıyı tanımak için kimin oğlu olduğunu sorar. O da sülalelerinin adını vererek :
“Pulcuların Veli’nin oğluyum.” der.
Dükkân sahibi öyle birini hatırlayamaz. Konuşmayı uzatır. Delikanlı anlatmaya çalışır. Sonunda dükkân sahibi anlar.
“Şunu Deli Veli’nin oğluyum.” desene..” der. Delikanlı bozulsa da ses çıkarmaz. Eve gelir, babasına sitem eder.
“Baba..” der. “Sana “Deli” diyorlar.. Hem utandım, hem kızdım.”
Deli Veli oğluna :
“Ne kızıyorsun oğlum ?” der. “Ben o adı kazanıncaya kadar neler çektim. Yiğit, sanıyla anılır.”
Eğirdir’de ayık gezmeyen bir nüfus memurunun oğlu olur. Tabi, her baba gibi o da sevinir. Sevincinden oğlunun nüfus cüzdanını hemen yazmak ister. Masasına oturur, bir nüfus cüzdanı çıkarır, haneleri yazmaya başlar.
Doğum tarihi :
Günü gününe yazar.
İli : Isparta… yazar.
İlçesi : Eğirdir… yazar.
Anne Adı : Mualla… yazar.
Baba Adı : Karşısına da “OĞLUM” yazar…
Ağanın birinin oğlu sıradan birinin kızına aşık olur. Babası “Bize uymaz.” dediyse de, oğlan :
“Ondan başkası olmaz…” diye tutturur. Ağa oğlunu çok sevdiği için kırmak istemez. Bir akşam adamın evine gider. “Allah’ın emri, Peygamber Efendimizin kavliyle sizin kızı bizim oğlana münasip gördük..” der, kızı ister.. Kız babası “Olmaz.” der. Ağa oğlunun hatırına güzellikle olması için neredeyse yalvararak dil döker. Kız babasını yola getiremez. Üzülerek ordan ayrılır. Ağalığına güvenerek başka türlü de halletmek istemez. Ama hatırının kırıldığına da çok üzülür.
Ertesi gün erkenden çarşıya gider, kahveye oturur. Bir kahve içer. Ama efkârı gene dağılmaz… Yanına bir dostu gelir, konuşmak ister. Ama Ağa’nın aşırı derecede keyifsiz olduğunu anlar. Derdini sorar. O da anlatır. Dostu :
“Sen ondan kızı nasıl istedin ?” diye sorar. Ağa da :
“Allah’ın emri, Peygamber kavliyle...” der demez, dostu Ağa’nın sözünü keser.
“Ondan öyle kız istenmez ki…” der. Hemen kahveci çırağını çağırır. Kızın babasının adını verir, “Git.” der, “Onu çağır, gel…”
Bir süre sonra kızın babası daha yanına yaklaşır yaklaşmaz, Ağa’nın dostu :
“Ulan pezevenk.” der.. “Eşek herif, öküz herif…” der, daha benzer bir yığın sözler söyler. “Ağa istemiş. Kızını Ağa’nın oğluna niye vermedin ?” deyince, kız babası :
“Arkadaş…” der.. “Ağa senin gibi kız istemedi ki… Verdim gitti.. Kız sizin…”
Yörüğün birinin çadırından bir tulum, tulum peyniri çalınmış. Durumu fark eden Yörük hiç bir yerde aramadan, kimseye bir şey sormadan doğru gitmiş, pınarın başına oturmuş. Durumu bilen bir arkadaşı :
“Niye hırsızı arayıp sormuyorsun ?” demiş. “Geldin pınarın başına oturdun.”
Peyniri çalınan Yörük oralı bile olmamış.
“Nasıl olsa…” demiş, “Peyniri yiyen hırsız su içmek için buraya gelir. Peynir tuzluydu da..”
Doksan yaşını geçmiş bir ninenin karşısına Azrail dikilmiş. Nine durumu hemen anlamış..
"Ingaa !.. Ingaa !.." diye ağlamaya başlamış...
Azrail gülümsemiş, dönmüş gitmiş. Bir süre sonra tekrar gelmiş... Azrail'i gören nine yine bir önceki gibi :
"Ingaa !.. Ingaa !.." diye ağlamaya başlamış...
Azrail tekrar gülümsemiş, dönmüş gitmiş.
Emir büyük yerden... Azrail bir süre sonra üçüncü kez gelmiş. Nine yine Azrail'i aldatmak düşüncesiyle "Ingaa !.. Ingaa !.." diye ağlamaya başlayınca Azrail :
"Gel !..." demiş. "Gucuk, gucuk... Âddâ !.. Âddâ !.. Seni âddâya götüreceğim..."
Gucuk : Kucak
Âddâ : Gezme
Bir evde on kişi varmış. Biri de hizmetçi imiş. Azrail gelmiş. Evdekilerin hepsi bir araya toplanmışlar.
Azrail :
"Bu evden iki kişiyi götüreceğim." demiş.
Evdekilerin hepsi hizmetçiye bakmışlar.
Hizmetçi :
"Anladım, anladım !.." demiş. Azrail'in kimi götüreceğini bilmeden gönlünüzden ben geçiyorum... Aranızdan ikinci kişi kim ?."
Bir köyde hocalık yapan kişinin keyfi çok yerindeymiş. Çünkü köylü bir dediğini iki etmezmiş. O köyde hocalık yaptığı sürede çok mal, mülk edinmiş.
Bir gün camide namaz kıldırırken hatırı sayılır bir sesle yellenmiş, bütün cemaat duymuş. Durum köyde konu olmuş. Hoca artık o köyde utancından kalamamış, köyü terk etmiş. Başka köye gitmiş, hocalığa durmuş. Ama o köy, ayrıldığı köyün tadını vermemiş. Sonra başka başka köylere gitmiş. Bir türlü ayrıldığı köydeki rahatı bulamamış.
Aradan yirmi, yirmi beş yıl geçmiş. Hoca, "Artık kusurum unutulmuştur." diye kusur yaptığı köye dönmüş. Kusurum unutulmuş mudur düşüncesiyle köye girmeden yolun kenarında rastladığı bir delikanlıyla sohbet ederken ne zaman doğduğunu sormuş. Delikanlı da :
"Bu köyde bir hoca camide namaz kıldırırken yellenmiş. Ben o yıl doğmuşum." demiş.
Hoca bakmış ki kusuru unutulmamış, yoldan geri dönmüş.
Bir adamın çok tembel bir kızı varmış.. Bir delikanlı bu kızı çok beğenmiş, sevmiş. Babasına kızla evlenmek istediğini söylemiş. Babası da kızın evine gitmiş. Kızın babasından kızı istemiş. Kızın babası :
"Senden iyi dünür bulamam." demiş. "Sizin evde çok iş var. Benim kızsa çok tembel... Kızımı iki gün sonra kapımın önüne koyuverirsiniz. Bu iş olmaz." demiş..
Oğlanın babası da :
"Oğlum kızınızı çok sevmiş... Kızınızın da tembel olduğunu bile bile istiyoruz. Gel gençlerin evlenmelerine karşı çıkma..." deyip kızın babasını razı etmiş... Düğün yapıp gençleri evlendirmişler.
Kız gelin gitmiş ama babasının içi yine de rahat değilmiş. Kızımı ha bugün gönderirler, ha yarın gönderirler diye kaygılanmış durmuş... Sonunda kaygısını gidermek için kızını görmeye gitmiş. Bakmış, kızı ocakbaşında bir yandan asma çubuklarını kırıyor, bir yandan bulamaç pişirmek için tavayı karıştırıyormuş... Babası kızın yanına yaklaşmış. Hatır sormak için :
"Nasılsın kızım ?" deyince Kızı :
"Çok konuşma baba..." demiş. "Ya şu kaşığı al, tavayı karıştır ya da şu asma çubuklarını kır, ocağın altına at. Yoksa öğleyin aç kalırsın."
Memiş'le Hüsnü arkadaştırlar. Pek yaşlı olmasa da Memiş erken yaştan beri sakal bırakmıştır. Çoğu zaman konuşurken, ticaret yaparken sözlerine inanılması için hep sakalını öne sürer.
Yine bir gün arkadaşı Hüsnü'yle konuşurken, aralarında bir konunun tartışması olur. Hüsnü karşı çıkar, inanmaz.. Bunun üzerine Memiş yine sakalını öne çıkarır. Elini sakalına atar,
"Şu mübarek sakalımla yalan mı söyleyeceğim ?" der.
Bunun üzerine Hüsnü öfkelenir.
"Memiş !.." der. "İkide bir sakalını öne çıkarıp durma.. Kıllar o kadar mübarek olsa olmadık yerde çıkmaz."
Ada'da Rumların olduğu zamanlarda bir ailenin oğlu ölür. Anası acısından bir ağlama tutturur.
"Su kuşuydu benim yavrum..." der. "Bir doğduğunda yıkandı, bir öldüğünde."
Geçmişte bir kızı tabakhane sahibi bir delikanlı istemiş. Kız da oğlanı beğenmiş. Ama babası dericilikle uğraşan evin temiz olmadığını, kötü koktuğunu düşünüp kızını vermek istememiş.. Kız oğlanı sevdiği için yüze gelmiş babasına :
"Baba !.." demiş. "Sen beni o oğlana verirsen, ben evi temiz tutarım, kokmaz.." deyince babası kızın gönüllü olmasından karşı duramamış. Kızını evlendirmiş.
Bir zaman sonra kızının evine gidince, kızı babasını kapıda karşılamış, içeri buyur etmiş. İlk sözü :
"Gördün mü baba ?" demiş.. "Bak evi her gün temizliyorum, hiç koku var mı ?"
Babası kızını okşamış..
"Güzel kızım !." demiş. "Burnun alışmış, burnun..."
Eğirdir'de köftecinin biri, köfte yaparken köftenin eline yapışmaması için arada bir avcuna tükürür öyle yaparmış. Pınarpazarı'na da tezgâh kurar, köfte satar, geçimini öyle çıkarırmış.
Köftecinin oğlu askere gitmiş gelmiş. Köfte yaparken babasının öyle yapmamasını, parmağını arada bir suya batırıp köfte yapmasını söylemiş... Baba da o günden sonra köfteleri suyla yapmaya başlamış.
Bir Pınarpazarı'nda, yine söğütlerin gölgesine tezgâh kurmuşlar. Açık havada köfte pişirir satarlarmış. Oğul köfte pişirirken, baba da masalara bakarmış.. Baba bir de bakmış ki oğlu ızgaradaki köfteyi çevirirken köfte maşasını bulamayınca parmak uçlarının yanmaması için işaret parmağıyla, başparmağını diline götürüp ıslatarak köfteleri çeviriyor. Yanına gelmiş.
"Oğlum..." demiş. "Ben evde köfteleri arada bir tükrükle yapıyordum ama, sen müşterinin gözü önünde parmaklarını tükrükleyip çeviriyorsun ya .."
Veysel Efendi Hac'ca gidip, hacı olmuştur. Artık eline, diline sahip yaşaması gerekmektedir. Bir gün nasıl olduysa komşusuyla kavgaya tutuşur. Komşusunun davranışı üzerine öfkesi kabarır, birkaç sinirli sözden sonra, komşusu da Veysel Efendi'yi kızdıracak sözler söyleyince, Veysel Efendi de basar küfürü komşusunun anasına. Durumu izleyen karısı :
"Aman !." der kocasına, "Sen hacca gittin geldin... Öfkene kapılıp sövme... Sus Hacı..." deyince kocası daha bir öfkeyle bağırır.
"Hacı'nın da anasını..."
İmamın biri parasız kalmış. İhtiyaç gereği birilerinden borç almış.. Bir kısmını ödese de kalan borcunu ödemede gecikmiş. Bir gün borç aldığı kişi önüne çıkmış.
"Arkadaş !." demiş. "Hani istemezdim ya, bana da ihtiyaç hasıl oldu. Şu borcunu ödesen iyi olur.."
İmamın keyfi kaçmış.
"Ben de bukadar uzatmak istemezdim." demiş. "Tahmin ettiğim gibi olmadı. Ödeyeceğim. Bana biraz daha zaman ver. Acele etme... Birkaç ümitli hastam daha var."
Eğirdir'deki otellerden birine bir müşteri gelir. Müşteri odayı, yatağı görmek ister. Kata çıkarlar,odaya girerler. Müşteri odayı inceler, yatağı inceler. Çarşafın değişmediğini görür.
"İyi." der. "Bu odada kalayım ama çarşafları bir değiştiriverin."
Hizmet veren kişi :
"Ne olacak ?.." der. "Senden önce bu odada kalan kişi, iki gün kaldı, gitti. Sen de iki gün yatıver."
Sabire Akana çok yoksulluk çekmiş bir kadındır. Yoksul bir ailede doğmuş, Birinci Dünya Savaşını ve Çekirge afetini görmüş, İkinci Dünya Savaşını yokluk içinde geçirmiş... Hiçbir zaman ekmeği katığına denk gelmemiş bir kişidir... Bu yoksulluk nedeniyle de Eğirdir'in dışına çıkamamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası bir nasiple, tirenle kocasıyla İzmir'e gider. Basmahane'de tirenden inip caddeye çıkınca o zamana kadar görmediği büyük bir kalabalıkla karşılaşır. Kocasına döner.
"Süleyman !.." der. "Bukadar insan ekmeği nerden buluyorlar ?"
İmamın birinin nasılsa işleri iyi gitmemiş, masraflar çıkmış, borçlanmış, alacaklılar birkaç kez kapıya dayanmış, paraca çok kötü sıkışmış.
Yine çok sıkışık olduğu bir gün caminin önünden geçerken bir tabut görmüş... Parasızlığın verdiği öfkeden tabuta bir tekme atmış.
"Kurudun namussuz !.." demiş. "Kurudun."
Mehmet Efendinin babası Eğirdir köylerinden peynir, tereyağ toplayıp Eğirdir pazarlarında satmaktadır.. Geçimi bunun üzerinedir. Bir gün bir haber alır. Eğirdir köylerinden üç kuruşa alınan yağ Isparta'da on kuruşa satılmaktadır. Babası oğlunun da iş adamı olması için köye gitmesini, ordan aldığı yağı dağdan, kısa yoldan Isparta'ya götürüp satmasını söyler.. Mehmet Efendi de köye gider. Nasıl olsa kazanacağım diye üç kuruşa alınan yağı, köylüyü de düşünerek beş kuruştan almak ister. Yağı satan kadın karşı çıkar.
"Ağam hep üç kuruştan alıyordu.. Sen oğlusun, beş kuruştan alıyorsun.. Ağamı batıracak mısın ?. Sana yağ falan yok."