GANZAENOS

 

    Eğirdir gölü kuzeyinde olan şimdiki Kumdanlı’nın antik adıdır. O zaman yöre halkına Gondane’liler deniyordu.

 

 

GARDİBA

 

    Eğirdir gölü kuzeydoğu yakınlarında yeri saptanamamış, antik bir arazi ya da yerleşimin adıdır.

 

 

GAVİNNE

 

    Eğirdir gölünün özel balığıydı. Sudak atıldıktan sonra ilk tükenen o oldu. İnce gümüş pullu, 100-150 gr arasında yağlı havyarlı bir balıktı. Karadenizliler için hamsi ne ise Eğirdirliler için de Gavinne oydu. Daha çok şişte ve sac üzerinde pişirilirdi. Hiçbir yiyeceği olmayanlar akşama doğru kıyılardan ihtiyaçları kadar tutarlardı. Bolluğundan çok kolay yakalanırdı. “Atıver çekiver gavinne” “Çifter çifter gavinne...” sözü burdan kalmadır. Biraz irilerine de “Şişek” denirdi.

 

 

GAVUR MEZARLIĞI  

 

    Kale’nin en güney burcudur. Ana kitleden 5-6 m. kadar aşağıda görülen göle doğru uzanmış bir bölümdür. Bu burcun göl seviyesi boşluğunda, çocukluğumda çok balık avladım. 1950 lerde burç göl içinde, önü iki metre kadar derinlikte idi. Burcun üstüne çıkacak bir yol, iz yoktur. Biz taş aralıklardan yararlanarak buralarda örümcek gibi dolaşırdık. Burcun üst düzlüğüne “Gavur Mezarlığı” denir. Bu söz tarihsel açıdan düşündürücüdür. Karyalılar, Romalılar ölülerini taş sanduka yani lahitler içinde yükseklere koyarlar ya da  sarp yerleri oyarak mezarlarını  yaparlardı. Kesme dolaylarında, Hoyran gölünün batısında böyle mezarlar vardır. Prostanna’da da tahrip edilmiş böyle lahitler gördük. Geçmişte burada olanlar lahitler içinde ölülerini buraya koydular ki, 1204 ten sonra Eğirdir’e gelen atalarımız kendi inanışlarından  farklı olan bu yere “Gavur Mezarlığı” adını vermiş olsalar gerek. Ben burada herhangi bir kalıntı görmedim. Babamdan da duymadım. Bu mahallenin çocuğu olarak  çevremden de kalıntıyla ilgili bir söz işitmedim. Araştırmalarımda da bir ize rastlamadım. Sanırım taş mezarlar çok önceden tahrip edilmiş, göle atılmış olabilir. Belki kırılıp kale tamirinde kullanılmış olabilir. O yörede kaleye konulmuş bazı dikkat çekici taşlar vardır. Kale dibinde bir sondaj kazı yapılırsa kırılıp, aşağı atılmış kalıntılar olması ihtimaldir diye düşünüyorum.

 

 

GAZİRE

 

    Hoyran gölünün kuzeybatısında bir yörenin adıdır. Hıristiyanların Hacı olduğu kutsal Aziz Meryem kilisesi burdadır. Kilisenin çevresinde kaya mezarları da vardır. 1880 lerde gölün kıyısında olan Gazire köyü bataklık ve sivrisinekten etkilendiği için daha yukarılara taşınmış, şimdi yeri boş kalmıştır.

 

 

GEDİK HAMAMI

 

    Kayıtlarda Eğirdir’de bir hamam olarak geçiyor. Hamamlardan hangisi olduğu ya da başka bir hamam mı olduğu belli değildir.

 

 

GELİN YARI

 

    Eski Isparta yolundan Yazla’ya inen yolun başı ve gölden yana olan derin yar. Anlatılanlara göre 1880 lerde at üzerinde gelin götürürlerken atın ürkmesiyle atla beraber gelin bu yardan uçmuş, gölde boğulup ölmüş. 1925 lerde de aynı yerden atıyla beraber bir askeri doktorun aynı şekilde göle uçtuğu söylenir. 1960 lara kadar gölün dalgaları yarın kıyılarına vururdu. Sonradan dolduruldu, şimdiki yol ortaya çıktı. Şimdi yarın dibinde blok apartmanlar var.

 

 

GERTRUDE  BELL

 

    İnternette rastladım. Şimdiye kadar bu kişiden kimse bahsetmedi. Hayatı şöyle: 1868 de Wasington’da doğdu. 1926 da öldü. İlk eğitimini evinde aldı. Londra’da, Oxford’da tarih okudu. Farsça biliyor. İran’da incelemelerde bulundu. Politik amaçla Ortadoğuda  geziler yaptı. Bu arada Eğirdir’e de uğradı. Eğirdir ve çevresi ile ilgili günlüğü şöyledir:

 

    29 Nisan 1907 Pazartesi

Saat dokuzda Isparta’dan ayrıldım. İki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Eğirdir’i gördüm. Çok güzeldi. Dağların aksi gölün içine düşmüştü. Kasabada kalacağımız bir yer bulamadık. Kasabanın dışında kampımızı kurduk. Her yeri yakarcasına sıcak vardı. Kasabaya yeniden dönerek hoşuma giden Medrese kapısını gördüm ama güneş olmadığı için fotoğrafını çekemedim. Üstü kapalı bir avlunun içinde başları kırılmış dört melekli bir sütun başı vardı. Caminin karşısında yarımadanın sağ kapısına doğru sıradan bir minare yükseliyordu. Kapıdan geçip biraz ilerleyince oldukça harap bir kaleyle karşılaşıyorsunuz. Kaleden geriye kalanlar kapı kuleleriyle iki yandaki duvarlar. Oradaki daracık alana yürüyüp oradan bir kayıkla adalara doğru kürek çektim. İlk adada çok küçük ağaçlar, yalnızca meyve ağaçları vardı. İkinci ada evlerle kaplıydı. İki kilise gördüm. Üç gemi büyüklüğündeki Sen Teodoros kilisesinin doğu ucu dışarı taşırılarak bir giriş holü yapılmış, kilise duvarına yaslatılarak üstü kapatılmıştı. Salon tonozlu ve geçiş yerleri düzdü. Bu binanın yakınındaki eski Sen Stefanos kilisesini içine alan yeni kare bir bina bulunuyor. Girişi dışa taşırılmış, tonozlu, kare biçiminde bir bina. Kuzeye ve güneye doğru farklı düzeylerde yükseltilmiş, birbirine bağlı çift sütunlu, küçük kemerli çift pencereler. Batı kapısının üstündeki yatay kiriş kabaca asma figürüyle işlenmiş. Bütün kilise freskle dolu. Büyük bir hac yeri. Yılda bir kez millerce uzaktan insanlar geliyor. Güney duvarının dışında ama yeni yapılan en dış duvardan içerde içimi çok güzel derin bir kuyu var. Her türlü hastalığı iyileştirdiği söyleniyor. Mucize yaratan bir su kaynağı...

    Yeniden kampa dönüp Fettah’ı buldum. Bitkindi, katırcılar işi bırakmışlardı. Ne edip edip at bulmalıyız. Göl buradan çok hoş görünüyor. Çadırındaki eşyalara dokunmaması için asker Halil’e kesin talimatlar vererek Fettah kasabaya gitti. Gece zaptiyesi Halil Yemen’de geçen on yılını, iki kez yaralanıp Allah’ın sayesinde ölmediğini, Eğirdir’den bin kişinin gidip ancak üç yüzünün geri döndüğünü anlattı durdu. Döndüğünde gene evlenmiş, iki yıllık evli olup bir kızı varmış. Gizlice kampa sokulan bir Arab’ı öldürüp çavuş olmuş. Ancak dönenlere burada ödeme yapılıyormuş. Kardeşi de orda ölmüş ama hiç yardım yapmamışlar. Karısı ve çocukları çaresizmiş.

    30 Nisan 1907 Salı

Zaptiye Mahmut’la atlara bindik ve bütün kamp yola çıktı. Hükümete bağlı olarak balıkçılık işlerinin yapıldığı Köprü’yü geçerek henüz tamamlanmamış yeni bir yoldan gölün doğusundaki tepelere tırmandık. Birinin göle yuvarlanması yüzünden yük taşıyan atlar çaresiz arkada kaldı. Sorkuncak’ı görmek için acele yoldan ayrılarak tepeler arasındaki bozuk patikalardan göle doğru indim. Ancak yazıtlar burda da yoktu. Sonra yukarı çıkıp yeni yoldan pek büyük olmayan virane bir site olan Kalınkilise’ye gittim. Burada köy yok. İki kilise buldum. Sonra aceleyle yolun bir ucuna çıktım. Tam Sarıidris’in dışında 12 ye doğru yük taşıyan atlarla Fettah’a yetiştim. Bir akarsuyun yanında ağaçların altında öğle yemeğini yemek için durduk. Sonra atlarla köye gidip yumurta aldık. Katırcılar bir şeyler almak için çoktan oradaydılar. Geç olduğu için o gece Yaka’ya ulaşamayacağımız belliydi. Bir ucunda yemek pişirip yiyen içen ve çalışan birkaç çocuğun bulunduğu geldiğimiz yoldan, vadiden aşağı indik. Dağlardan inen akarsuları düşünerek bir şeyler yapmadıkları, bu akarsuların yaptıkları zararı karşılamak için tahsisat olmadığından yapılan yol hemen yapılmamış hale geliyordu. Böylece gölün kıyısındaki ovaya inerek ilk Selçuklu hanının yanında kamp yaptık. Nefis bir yer. Yük hayvanları aşağı yukarı dokuz saat kadar yol yürümüşlerdi. Çadırımın tam karşısında Ağlasun dağını (Barla dağı yazması gerekti.) görüyordum. Hemen göle girdim.

    2 Mayıs 1907...

Uzun sıcak bir gün oldu. 5:45 de sabah yola çıkıp akşam 6:45 de vardık. Tokmacıklı Nazmi’yi yanıma aldım. Girit’te askerlik yapıp birkaç ay da Yemen’de kalmış. Yırtık pırtık eski bir asker üniforması giymişti. Oldukça zeki olup bütün yolları bildiği gibi, neleri görmek istediğimi de gayet iyi biliyordu. Zaptiye Mahmut hiçbir işe yaramıyor, gündüzleri hiçbir şeyin farkında olmuyor, geceleri de hep uyuyordu. Dün gece eşkiyadan korkarak kampı terkettiler. Mahmut uyudu, Fettah tek başına nöbet tuttu. Tepeye doğru tırmandık. Ama Kiepert’in Aksu dediği Akçaşar’dan değil. Yük hayvanları da o yoldan gelmedi. Köyün 20 dakikalık yukarısından sağa dönüp, birkaç dakikada tepelerde bir kayaya oyulmuş bir mezara geldik. Fazla süslü değildi ama çok düzgün kesilmişti. Çatının iç yukarı kısmında dosdoğru uzanan üç köşeli bir yan duvar vardı. Giriş kare şeklindeydi. Daha sonra tepenin yamacını dolaşarak Kiepert’in bahsetmediği Yörük köyü olan Tırtar’a vardık. Bir çeşme’de, aralarında bir çelenk olan iki öküz başının kazılı olduğu bir lahit parçası bulunuyordu. Daha alttaki dikili bir taş olup alt kabartmanın yukarısında kapı üstü süsüyle iki figür yapılmış olabilir. Güneybatıya doğru 50 dakikalık bir mesafede hâlâ yarı kulübe ve ahşap kondularla yapılmış küçük başka bir Yörük köyü vardı. Adı Tırtar’dı. Buradaki çeşmede iki çift sütun bulunuyordu. Üzerinde yazı yoktu. Bu köyler kurulalı on beş yıl olmuş. Ahali şimdi metruk ve viran olan Gaziri’den gelmiş. Gölün neden olduğu bataklık yüzünden sıtma hastalığı insanları yerinden yurdundan etmiş. Bir Yörük evinde nefis süt ve çay içtik. Tepeden inince doğru Gaziri harabelerine iniverdik. Yazı yok. Göl boyunca dolaşarak dönüyorduk. Tepelere doğru yayılan Yörüklerle sürülerinin kapladığı, yeşil çimenlerin süslediği çevreyle koylar çok nefisti. Kırk dakikada kayaların göle dimdik indiği hac yerine vardık. Kayanın yukarı kısmında küçük bir mağara olup, 9-10 metre aşağısında da içinden gölün görünebileceği ilginç bir taş kemer yer alıyordu. Eğer bu doğalsa, kanımca öyle, bu yerin niçin hep kutsal sayıldığını açıklıyor. Kayaların üstünde şimdiye dek gördüğüm en büyük kartal duruyordu. Eylül ayının girişiyle başlayan Hac mevsiminde iki gün burada kalınıp mağarada ekmek-şarap ayinleri yapılıyordu. Kayalar bazı yerlerin dışında sanki akan mavi bir boyayla kaplanmış gibi..

    Mağaranın içini görmek için el yordamıyla tırmanmaya çalıştım. Kayanın tepesine de çıktım ama fazla bir şey göremedim. Gölün karşı tarafında bulunan Barla dağının dorukları çok güzel görünüyor. Öğle yemeğimi yedim. Hava gene çok sıcak. Daha sonra Gazire’ye döndük. Gölün taşıp su altında bıraktığı yerleri gördük. Bataklığın ucunda bazı balıkçıların kaldığı kamıştan bir kulübe vardı. Buradan bir kayık alıp göldeki kamışların arasından bataklık kokusu yayan sulardan kürek çekerek, sazların elverdiği bir yerden adaya çıktık. Yaklaşık iki metre kalınlığında, çakıl ve harçla yapılmış Bizans duvarlarıyla çepeçevre kuşatılmıştı. Hem uzun hem çaprazlamasına duvarların içine kalın ağaç gövdeleri konulmuş. Ancak zamanla çürüdüklerinden bulundukları yerler top delikleri gibi duruyordu. Koruma kuleleri olmayan sade duvarlar... Bir yerde bulunan sütunun yanından kürek çekerek geçerken gördüm ki eski bir taş 45 cm kadar derinlikteki suyun içinde yatıyordu. Sağ elinde su kabı gibi bir nesne tutan,bir kadın figürü olan, geniş bir dikili taş. Sol yanında da dört köşeli su kovasına benzeyen bir şey. Sağ yanının yukarısında da gene başka bir su kabına benzer bir şey asılı duruyor. İçerisinde daha çok başa benzeyen bir nesne göze çarpıyor. Yukarı kısmında fazla yüksek olmayan kapı üstü süsü ve iki satırlık bir yazı var ama dizlerime kadar suya girmeme, bildiğim her şeyi yapmama, kayıkla etrafında dolaşmama rağmen güneşin yansıması ve göz kamaştırması yüzünden bunları okuyamadım. Gölün batısındaki köylerin birinden olan sandalcı, Türk-Rus savaşında bulunmuş. Tüm Balkanlar’dan ve ahalisinden söz etti. Sonunda kulübeye dönüp atlarımıza binip Gencali’ye gittik. Söylendiği gibi, bir mezarlık üzerinde Tekmoreyan yazıtlarının bulunduğu sütun gibi geniş oval bir sütunun genişçe bir parçasını gördüm. Ama yazı yoktu. Yol buradan Tokmacık’a tırmanıyor. Gencali iki çiftlikli bir köy. Rum ve Müslüman. Gelişimiz Rumlara sürpriz ve ahaliye sevinç kaynağı oldu. Bunu Ramsey’e ileteceğim. Bugün hava gene çok sıcaktı. İlginç olacağını sandığım bazı gidip gelmeler umduğum gibi çıkmadı ve üçte kampa döndüm... O saatten beri uyumak, yemek, içmek ve günlüğümü yazmaktan başka bir şey yapmadım. Yarın  dinlenme günüm. Pişman  olduğumu  söyle-yemem. Bir gezgin olarak yaptığım iş çok özen isteyen yorucu bir iş. Başarılı bir çalışma yaptığımı da sanmıyorum. Belki de görmediğim daha çok şey var ama bakmasını bilmek gerek. Ramsey’in bana Küçük Asya’ya ilk yaptığı gezide hiçbir şey bulamadığını söylediği aklıma geldi. Gördüğünüz gibi ancak suyun altında bazı şeyler buluyorum.

    Fettah bağırıyor: “Hayatımda böyle kasaba görmedim. Allah hepsinin canını alsın. Karıları da esir düşsün. Kraliçe hazretlerinin fasulyaları için de beş kuruş harcadım. Koca kasabada et yok. Taş taş üstünde kalmasın..” dedi. Ben de : “Tavuklar da Tokmacık’ın tavuklarından daha kötü.” dedim. Fettah Tokmacık’ta yediklerininin ağzında bıraktığı olumsuz izlenimle kızarak: “O tavuk mu ? 4 kuruşluk odun yedi, ayrıca Kumdanlı’da üç saatte pişireceğim diye canım çıktı. Allah hepsinin canını alsın.” dedi. Bedduasına ben de katılabilirdim. Ancak açlıktan ölmek de vardı.”

                                                             Çeviren : Prof. Dr. Cengiz Tosun

 

GILDİR PARMAK

 

    Küçük parmak. Bu söz olağandan küçükleri anlatmak için kullanılır. Küçük boylu kişilere “Gıldirci” de denir.

 

 

GİLİVAT

 

    Üzüm çardağı. Evlerin, bağda keliflerin önüne yapılırdı. Bilhassa hevenklik üzümler gilivat haline getirilir.

 

 

GINCIRDAK

 

    Gıncırak da denir. Ortaya bir metre kadar yükseklikte ardıç bir dikme dikilir, ucu bir yuvaya girecek şekilde düzenlenir. Üç metre kadar bir ardıç mertek tam ortasından oyulup dikilen dikmeye oturtulur. Merteğin iki ucuna ters yönde iki kişi karınları üzerine abanır. Kişiler ayaklarıyla iterek, yükselip alçalarak dönerler. Ağaçlar sürtündüğü için gıcırdar. Adı burdan gelir. Çok gıcırdaması istenirse merteğin oyulan yerine kömür tozu konur. Gıncırdağa daha çok bağ göçünün olduğu, işin başlamadığı ilk günlerde binilir. Çoğu avlulardan gıncırdak sesleri gelirdi. O zaman için çok  özel bir eğlenceydi. Divanü-Lugat-it-Türk’de böyle bir oyundan bahsedilmektedir.

     Anadolu'nun bazı yerlerinde aşağıdaki gibi de söylenir. Ağdırık, çöğdürük, binçık, cıngırdak, cuguldak, dangilafistan, dingilidostak, gıcıgıncırlak, gıngıcıyaylı, habbegubbe, habbacık, mıncırdak, tingilitos, yaylangaç, tahterevalli.

 

 

GINDIR

 

    Çapağın beş altı aylık yavrularına denir. Ortalama 100-300 gr ağırlıkları vardır.

 

 

GÖÇLER

 

    Eğirdir dışa çok göç vermiştir. Ekonomisi daraldıkça iş yapmak isteyenler hep dışa gitmişlerdir.

 

· 1980 den sonra Antalya’nın gelişmesiyle Antalya’ya göçler  olmuştur. Dıştaki  Eğirdirli, Eğirdir’in birkaç katıdır.

    Tarihte de Eğirdir’den önemli göçler olmuştur. Hamidoğlu Beyliği, Osmanlı yönetimine katıldıktan sonra Bursa’ya hayli nüfus gitmiştir ya da götürülmüştür. İstanbul’un Fethinden sonra büyük bir sayıda nüfus İstanbul’a götürülerek yerleştirilmiş, buraya “Eğirdirkapı”  denilmiştir. Sonradan  bu  söz  “Eğrikapı”ya  dönüşmüştür. Evliya Çelebi, Seyahatname'sinde İstanbul'a gelenlerin nerelere yerleştirildiklerini yazarken Eğirdir'den gelenlerin Eğrikapı'ya   yerleştirildiğini yazar.

    Beyşehir’in “Eğirler” köyü de Eğirdir ya da yakın çevresinden gidenlerin yerleştiği bir köydür. ”Eğirdirliler” sözü zamanla “Eğirler”e dönüşmüştür.

    Bu yazdıklarımız bilinen yoğun göçlerdir. Küçük çaptaki göçlerin toplamı da önemli bir sayı tutar.

 

 

GÖÇÜRTME

 

    Bağda yollara yapardık. Pınar’a, Konnebucağı’na giden hanımlara tuzak kurardık. Çocuk olmanın verdiği haşarılıkla yola küçük bir çukur açar, içine su doldurur, üstünü ustaca kapatırdık. Dikkat etmeyenler basar, ayakları çamurlanır, biz de neşelenirdik. Dövüleceğimizi anlayınca da kaçardık. Bu işi hep bağlarda yapardık. Eğirdir’de bu yaramazlığımız olmazdı.

 

 

GÖĞEM ERİĞİ

 

    Yabani bir ağaççıktır. Genelde bağ arasında hendek kaşlarında, bakımsız yerlerde olur. Nohut büyüklüğünde mavimsi meyveleri vardır. Tadı kekremsi ekşidir. Çalısı çok dikenlidir. Battığında çok acıtır. Yarası geç iyileşir.

 

 

GÖL SEVİYESİ

 

    1478 yılındaki gelir yazılımında “Köprübaşı baluklagusundan eski deftere 20 000 akça kaydolmuş. Üç yıldan beri göl kurumuş, bir akça hasıl olmamış. Ama göl şimdi ziyade mail olduğu sebepten  tahminen hasıl 10 000 akça.” gelir yazılmıştır.” der. 1501 tarihli defterde de 600-700 akçe gelir gösterilir. Anlaşılan göl kendini çok uzun zamanda toplayabilmiştir. 1614 yılında da gölün yükseldiği, kıyıdaki köylerden bazılarının göç ettiği, bazı köylerin de Avşar–Yenice köyüne yerleştiği kayıtlarda yazılıdır.

    O zamanlar dokunulmadığı için göl ekolojik dengesini bulmuş. Ama şimdi Isparta’ya verilen içme suyu, çevresine verilen sulama suyu, göle akan derelerin üzerine baraj yapılması nedenleriyle göl gittikçe zorlanmakta, su seviyesi düşmekte, gölün geleceği tehlikeye girmektedir.

   Bunlardan daha büyük tehlike de, göl havzasındaki bitki örtüsünün tarla açmak için sürekli sökülerek toprağın çıplak kalması sonucu olarak göl tabanının hızla dolmasıyla su kitlesinin azalmasıdır, buna da bir tedbir düşünülmemesidir.

 

GÖLE GİRME

 

    Bizim çocukluğumuz kışın buz tutunca göl üzerinde, yaz gelince de gölün içinde geçerdi. Ya balık avlardık, ya yüzerdik. Yakaladığımız balıkları göl kıyısında pişirir yer, eve gitme gereğini bile duymazdık. Sürekli yüzdüğümüzden kulaklarımıza su kaçardı. O suyu  çıkarmak için söbü bir çakılı kulak deliğimize sokar:

      “Ak taş, gök taş

       Kulağımın suyunu al kaç” derdik, o yönde sıçrar, kulağımıza giden suyu çıkarırdık. Suya girmemizi istemeyen annelerimiz iç gömleğimizin yakasını dikerlerdi.Eğer izinsiz girersek bazı arkadaşlarımız giysilerimizi alıp annemize götürürlerdi. Bazen de göle girdiğimizde girmeyenler çamaşırlarımızı karıştırırlardı, zor bulurduk. Bazı zaman sakladıkları da olurdu. Yalvar yakar verirlerdi.

    Büyüklerimiz, karpuz kabuğu suya düştüğü zaman göle girileceğini söylerlerdi. Ama biz havanın durumuna göre Mayıs başından itibaren suya girmeye başlardık.

      Büyüklerimiz göle taş atılmasını hoş karşılamazlardı. Göle attığımız taşları ahirette kirpiklerimizle çıkaracağımız söylenirdi. Biz de korkar atmazdık. Şimdi Belediyemiz çavlanlardan aldığı malzeme ile gölü dolduruyor, kıyılar balçıklanıyor, ot patlaması yaşanıyor. Turizmin can damarı kıyılarımız doldurulmaktan çok kötü durumda. Sebep olanlar ahirette bunları kirpikleriyle çıkaracak olursa, vay hallerine...

 

GÖLSESİ     O günlerin fotografı : Solda Turan Tazgan, ortada Nuri Kartal, sağda Nuri Güngör

 

    Eğirdir’in hayatını ilk yazılı basına geçiren, kırk yıla yakın ömrü olan Gölsesi Gazetesinin nasıl yayına başladığını anlatmak istiyorum.

    1953 yazı Nuri Kartal, Turan Yazgan, Nuri Güngör kendilerince gazete, dergi gibi bir şey çıkarmaya özendiler. Adının “Petek” olmasını bile düşündüler. Bu dergi ya da gazeteyi teksir makinasında basmak için hazırlıklara bile başladılar. Bu lise çağındaki çocuklar işin ekonomik boyutuna girince şaşırdılar. Para basım için önemli bir olaydı. O zaman kendilerine yakın buldukları paralı ağabeylerine başvurdular. Bu kişi Abdullah Naci Kartal’dı. Nuri Kartal’ın amcasının oğluydu. Başta bunları ciddi almayan Abdullah Naci Kartal, sonra çevrenin de desteğiyle ikna oldu. Tüccarlığı bırakıp gazeteciliğe başladı. Önce bazı zorluklar olduysa da, memleket aydınlarının gücüyle, desteğiyle zorluklar aşıldı, 23 Temmuz 1953 te ilk sayı çıktı. Böylelikle Nuri Kartal’ın adını koyduğu “Gölsesi” gazetesi  Eğirdir’in  ilk sürekli yerel gazetesi olma şerefini kazandı. Abdullah Naci Kartal da fevkalade bir yerel basın örneği verdi.

    Sonradan Nuri Kartal Cumhuriyet Başsavcısı, Turan Yazgan Ekonomi Profösörü, Nuri Güngör de Öğretmen Yazar oldu.

    Yerel gazete olarak Gölsesi gazetesi incelenmesi gereken başlı başına bir olaydır. Milli Kütüphanede 50 cilt olarak arşivlenmiştir.

 

 

GURİLLİ

 

    Kolera hastalığına Eğirdir’de verilen addır. 1913 lerde Eğirdir bir kolera  hastalığı geçirmiştir. Günde 25-30 kişinin öldüğü söylenir. Kolera  barsağa dayalı bir hastalık olduğu için sanırım böyle bir söz üretildi.

 

 

GÜLBABA

 

    Ahşap bir türbesi vardı. Eski bağ yolu, demirciler çarşısı sonu, Tersikbaşı’nda gölden yana idi. Geçmişte şehirde beslenen hayvanların tersleri şehir dışı kabul edildiği için Tersikbaşı’na atılırdı. 

    1950 başlarında ahşap türbe kaldırılmıştır. Yakın zamanda eski türbe yerinin karşısına, yamaç kenarına hayırseverlerce aynı adla bir makam türbesi yaptırılmıştır.

     Balkanlarda başta Budin olmak üzere birçok şehirlerinde "Gülbaba" türbeleri vardır. Gülbaba'lar Bektaşi erenlerinden sayılır.

     Eğirdir’deki Gülbaba hakkında hiçbir kaynağa rastlanmadı. Yalnız bir kaynakta dikkate değer bir bilgi var.

    Osmanlı tarihinde birçok Gülbaba’nın adı geçer. Bizi ilgilendiren yakın çevremizdeki Gülbaba’dır. Asıl adı Cafer’dir. Uluborlu’nun eski adı İlegüp, yeni adı Uluköy olan köyünde doğmuştur. İlim tahsili için İstanbul’a gitmiş, ilim camiasında söz sahibi olmuştur. 1541 yılında Kanun Sultan Süleyman’ın daveti üzerine Budin fethine katılmış, fetih sırasında şehit düşmüş, Budin’e gömülmüş, üstüne türbe yapılmıştır. Türbesi bugün bile Macarlarca saygıyla ziyaret edilen bir yerdir. Türbe yanında anıtı vardır.

     Eğirdir’deki Gülbaba’nın yukarıda adı geçen eski adı İlegüp olan Uluköy doğumlu Gülbaba’nın yakın çevresinden saygıdeğer biri olabileceği akla geliyor.

 

GÜLCAN

 

    Bir ip çözme aletidir. Bir kalın kare tahta üstünde, eksen etrafında döner. Alt tarafı büyük haç, üst tarafı küçük haç olup, haçların uçları birer çıtayla birleştirilmiştir. Kelepten yumak yapmak için kullanılır. Halı ipleri onunla yumak haline getirilir, tezgâha asılır, dokuma kolaylığı sağlanırdı.

 

 

GÜLCÜLÜK

 

    İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra Hacı Eşref Ağa Isparta mebusu olmuştu. Mebusluğu zamanında Eğirdir’in gelişmesi için çalışmalarda bulundu. Gülcülüğün ekonomik değerini görerek, Isparta’dan adam getirip  Kervansaray, Boğazova, Pınarpazarı’nda olan mülklerine gül diktirdi. Çevre köylerde de güllükler yaptırdı. Pınarpazarı’ndaki yazlık köşküne gülhane yaptırarak imbikler kurdurdu. Burada kendi güllüklerinin güllerini, satın aldığı gülleri işleyip gülyağı yaptı. I.Dünya Savaşı gülcülüğün gelişmesini engelledi.

    1950 lerden sonra gülcülükte bir atılım olmuşsa da sonu gelmemiştir.

 

                       

                       GÜL VE GÖL FESTİVALİ 

 

    Dr. M. İrfan Barlas’ın Eğirdir Turizm, Kültür ve Kalkınma Derneği Başkanlığında 1970 yılı ağustosunda Eğirdir’de yapılan ilk festivaldir. Tertip Komitesi Mesut Yiğitbaşı, Hüseyin Altuğ, Eyup Yalçın Barlas, Nusret Barlas’tır. Amacı Eğirdir’i tanıtmak, turizm yönünden geliştirmek, hemşerilerimizi turizme hazırlamaktı.. Eğirdir bu ilk festivali coşkuyla karşılamış, Ankara’dan üst düzeyden de büyük bir katılım olmuştur. Uzun süre  festival olmamış sonra Belediye Başkanı Hüsamettin Tanış’ın görev süresi içinde Eğidir’de birkaç yıl festival yapılmıştır. Ne yazık ki Hüsamettin Tanış’tan sonra böyle bir sosyal olay yapılmamıştır.

    Dr. M. İrfan Barlasın Başkanlığındaki Eğirdir Turizm, Kültür ve Kalkınma Derneği, Gül ve Göl Festivalini gerçekleştirmesi yanında Eğirdir Kütüphanesine de önemli sayıda kitap bağışında da bulunmuştur.

 

 

GÜLSÜN NİNE

 

    Ada’da çok küçük bir kulübede otururdu. Kimsesi yoktu. Bilge bir kadındı. Çevrenin yardımıyla yaşardı. Kimseden duymadığım masalları ondan dinlerdim. Okuması vardı. Sanırım 1945 lerde 80 yaşın üstünde öldü.

 

 

GÜMÜLCE

 

    Sivrisineğe benzeyen bir çeşit küçük sinek. Soktuğu zaman acı verir. Divanü-Lugat-it-Türk’te “Kümiçe” sivrisinek demektir. İhtimal bu sözden gelmedir. Balkanlardaki “Gümülcine” şehri de adını bundan almıştır.

 

 

GÜNAH TAŞI

 

    Olukluca’nın Eğirdir’e bakan tepesindedir. Oradan göl ve çevrenin manzarası olağanüstüdür. Burada kitle halinde iki büyük taşın arasında bir boşluk vardır. O boşluktan geçenler günahsız, geçemeyenler günahlı sayılır. Taş boşluğu öyle bir biçimdedir ki, gövde biçimini boşluğa uyduran şişmanlar bile geçer. Gövde uyumunu sağlayamayan zayıflar bile geçemez. Geçmek için vücuda S şeklini aldırmak gerekir. Dikkatli kişi olayı keşfeder, kolay geçer.

    Katip Çelebi Miratül Memalik adlı eserinde Seyit Battal Gazi’nin Hıristiyanlardan “Sivri Naz”ı yani Sivri’yi aldığını yazar. Günah taşının üstünde bir kayada “Battal Gazi’nin atının nalının izi” olduğuna inanılan bir şekil vardır. Bazı söylentilere göre de bu iz Hazreti Ali’nin atının iziymiş.

    Eğirdir'i 1333 yılında ziyaret eden İbni Batuta'nın seyahatnamesinde şöyle bir bölüm vardır.

    "Hazreti Peygamber çevresiyle Mekke'den Medine'ye giderken, düşmanların takibinden kurtulmak için bir mağaraya sığınır. Bu mağaraya girmek zordur. Zorluğu ; girişte enlemesine bulunan büyük bir kayadan kaynaklanır. Bu delikten süzülme hevesine düşen kişi, yüzükoyun girmeye çalışınca başı taşa toslar. Ne tam girmeye, ne de doğrulmaya gücü yeter. Yüzü ve göğsü zemine yapışır. Böyle sıkışan adamı gayet yavaş ve dikkatlice dışarıya çıkarırlar. Arkaüstü yatarak içeri süzülen kişi bu işi başarır. Kafası taşa dokununca başını kaldırır oturur. Sırtını taşa yaslar, beli tam girişte olur. Ayakları ise dışarıda kalır. Sonra kendini çekip ayağa kalkarak içeri girer.

    Mekkelilerin rivayetine göre helal süt emmişler mağaraya girer. Haramzadeler ise buraya giremezmiş. Oraya girememek rezil rüsva olmak anlamına geldiğinden çoğu kimse teşebbüs etmekten dahi çekinir."

    Oluklacı'daki Günah Taşına benzerlik dikkat çekicidir.

 

 

GÜREŞLER

 

    1960 lara kadar Eğirdir’de yağlı güreşler yapılırdı. Pınarpazarı çayırında, şimdiki Dağ ve Komando Okulunun Hava Şehitlerinin olduğu düzlükte olurdu. Tüm Eğirdirli ilgi gösterir, güreş yeri bayram yerine dönerdi. Güreş yarışlarını Belediye düzenlerdi.

 

 

GÜVERCİNLER

 

    Kalenin  çürümüş hatıllarının oyuklarında  çok sayıda güvercin yuvası vardı. Kalenin üstü güvercinlerle dolardı. O kadar çoktu ki “Huu..” seslerinden geçilmezdi. Günümüzde bir tane bile görülmüyor. Göl kıyısındaki mağaralarda da çok sayıda güvercin olurdu. Onlar da yok olup gittiler.

 

 

GÜVEY BENZİ

 

    Baklavanın pişme kıvamı için kullanılır. Tam pişkinliğini anlatır. Baklava sinisi kehribara yakın bir renk aldığında pişme kıvamını bulmuş demektir. Güveyin heyecandan sararan yüzüne benzetilerek baklava için kullanılmıştır.