Türkmenlerde bir oymak. Eğirdir'de bir sülale adıdır.
Kesin yerini tespit etmek mümkün olmamıştır. Karçınzade’nin eserinde verdiği bilgilere göre İmaret mahallesinde görülüyor. 1480 sonrası kayıtlarda da adı geçmektedir.
Eski Eğirdirlilerin sakız sözlerinden biridir. Biri diğerine hitap ederken bu sözü rasgele kullanırdı. Ama dıştan gelenler bu sözü tepkiyle karşılamışlar. Hatta bu konuda bir hikâye anlatırlar. Kalaycı Emin bakır tabak, tencere satarken bir müşterisine:
“Kahboğlu... Çok para istemedik.” demiş.
Müşteri de bu sözü hakaret kabul ederek mahkemeye gitmiş. Çıkmışlar Kadı’nın huzuruna. Adam şikâyetini söylemiş, Kalaycı Emin de kendini savunmuş.
“Valla kötü bir niyetle demedim Kadı Efendi.” demiş.“ Burada böyle hep söylerler, ben de söyleyiverdim işte.”
Sonra şahitler bu sözün amaç gütmediğini anlatınca Kadı da berat vermiş.
Sonra arkadaşları Kalaycı Emin’e takılırlarmış “Haydi bir kahboğlu desene” diye. O da: “Yoo...” dermiş. “Son kez dedim Kadı yüzü gördüm, bir kez daha der miyim..”
1400 lerdeki Osmanlı kaynaklarında "Kahbeoğlu" sözü geçiyor. Uzun Hasan 1473 te Fatih'le yaptığı Otlukbeli savaşında Osmanlı ordusunu görünce "Vay kahbeoğlu !.. Ne deryadır..." diye haykırmış.
Eğirdir'deki bu sözün, o zamanların kalıntısı olduğunu sanıyorum.
Evlenmelerde erkek evinin arkadaşlarına özel yemek, içki sunduğu yere denir. Evlenen gücü olan delikanlı arkadaşlarının eğlence ihtiyaçlarını orada karşılardı. En makbul meze kurulmuş sıraz balığıydı.
Davardan çıkan içyağı ateşte eritildikten sonra geride kalan kısmına denir. Bir kapta dondurularak teker haline getirilir. Bulamaç, bulgur pilavı pişirilirken katılır. Bu yemeklere kakırdaklı pilav, kakırdaklı bulamaç denir. Özel tadıyla sevilerek yenir.
Mescit iken 1820 lerde Yılanlıoğlu Şeyh Ali Ağa’nın desteğiyle cami haline getirilmiştir. 1980 den sonra “Dedeki Camisi” levhası asıldı. 1480 den sonraki kayıtlarda Kale mahallesinde “Dadeği” adında bir mescit olduğu kaydı vardır. 1970 lerde de minaresi yapıldı.
Kale camisinin bitişiğinde idi.
Eğirdirliler Kale mahallesi için de mizah sözü üretmişlerdir. Hangi nedenle bilinmez ama onlara “Donsuz kaleliler, Deben’e çökelek eken kaleliler, Kalenin kızı, karanlıkta kor bizi ” gibi latifeli sözler söylemişlerdir.
Kale mahallesinde herkesin yararlandığı üç tane kuyu vardı. Kaleburnu kuyusu, Vezirler kuyusu, Cami kuyusu. 1838 tarihli vakıf kayıtlarında kale içindeki kuyular da geçiyor. Kaleburnu kuyusu, kaleburnundaki evlerin son alanındaki kaya arasına kazılmıştır. Vezirler kuyusu da kuzeydeki kale hamamının kalıntısının doğusundadır. 15 metre derinliğinde idi. “Murat kuyusu” olarak da adı geçer. Vezirler ailesinin kazdırdığı söylenir. Suyu diğer kuyulardan soğuk olduğu için bilhassa ramazanlarda yaz günleri en çok rağbet gören kuyu idi. Dolap, ip, kova masraflarını sakinler aralarında para toplayarak çözümlerlerdi. Cami kuyusu da Kale camisinin güneyindeki alandadır. Akpınar’dan şehire gelen sudan kale mahallesine hiç su verilmemiştir. Hiç çeşmesi olmamıştır. 1970 lerden sonra şehir şebekesine kale mahallesi de dahil edilince kuyulara bakılmamış, kullanılmaz hale gelmiştir. Kuyulardan içme suyu alınırdı. Diğer ihtiyaçlar gölden karşılanırdı. Aşağı mahallede bazı evlerde kuyular vardı.
Kale mahallesinde Kaleburnu’na yakın yerde, Vezirler evinin arkasında idi. 1950 lerde yıkılıp yerine ev yapıldı. Sanırım bu mescid, kayıtlarda geçen Silahdaroğlu Mescidi’dir.
Ben Kale mahallesinde doğdum. En küçük girinti çıkıntısını bilirim. Çocukluğumuzda bizi mahallenin dışına salmazlardı. Bütün zamanımız mahallenin içinde yaramazlıklarla geçerdi. Kale zamana yenilmiş olsa da duvarları tüm mahalleyi çevirirdi. Göl Kaleyi çevrelediği için tek çıkış yeri kale kapısı idi. Kalenin çürümüş hatıl oyuklarında yaşayan güvercinleri yakalamak için çoğu zamanım orada geçerdi. 1945 de Zafer İlkokulunda derste iken kuzeydeki kale duvarının Çenesizlerin Değirmeni üstüne yıkıldığına şahit oldum. Kalenin mahalleden yana kuzeybatı ucunun göl kıyısında bir Hayrat vardı. Kale yangınından sonra oralar dozerle düzeltilirken bir taş yapının kalıntıları göle dolduruldu. Taşların özelliğine göre tahminim küçük bir saray kalıntısı olabilir.
Kalenin orta kapısının demir olduğu, hatta bazı zamanlar kapatıldığını babam çocukluk anıları içinde bana anlatmıştır. Soruşturmalarıma göre 1905 lerden sonra kapıyı gören olmamış. Ne olduğu da bilinmiyor. Bazı kaynaklara göre kale kapısının demir değil, kalın demir levhalarla kaplı olduğu şeklindedir. Kalenin önünden lodos ve poyraz tarafını birleştiren içi su dolu bir hendek olduğunu, bir asma köprüyle girilip çıkıldığını dedesi Veziroğlu Ahmet Efendi’den dinlemiştir. Ahmet Efendi’nin doğumu 1828 dir. 1826 da Eğirdir’i ziyaret eden İzmirli papaz Arundel de Eğirdir gezisini anlatırken kale içine bir asma köprüden geçerek girdiğini söyler. Son zamanlarda bu hendek dolup bataklık olduğu için kalenin kuzey tarafı Kurbağalık diye adlandırılmıştır.
Kaleburnu hamamı, Vezirler evi önü hamamı dışında kale mahallesinde dikkate değer tarihi bir kalıntı yoktur.
Kale girişi aslında üç kapılıdır. Şimdiki kapı orta kapıdır. Kale önüne bakan ilk giriş kapısının izleri halen mevcuttur. Türbeye bakan iç kapının kalıntısının sol üst tarafında da bir bardakçı kuşu yuvası vardır. Ben altmış yıldır bu yuvanın kullanıldığını biliyorum. Çocukluğumuzda orta kale kapısından girdiğimizde yere ayağımızla sert vurduğumuz zaman inlerdi. Bize “Buraya kazan gömülmüş.” derlerdi. Sanırım bu bölümde bir dehliz olayı var. Şimdi aşırı dolgu olduğu için böyle bir durum yoktur. Kale kapısından içeri girdikten sonra sol tarafta 30 metrekare kadar bir tonoz oda vardı. Oraya “Zindan” derlerdi. Şimdi yok olmuştur. Kalenin güney son ucuna da “Gavur Mezarlığı” denir.
Öğretmen Etem Kartal’ın Kale ile ilgili anılarında şöyle bir not vardır:
“1932 yılında Isparta Milli Eğitim Müdürü Neşet Köse Hangah önünde bulunan Hamitoğullarına ait mezar taşlarıyla, Kalenin kapısı üzerinde bulunan taşı fotografını Ün Mecmuasının çıkaracağını söyleyerek Isparta’ya göndermiş, Halil Hamit Paşa kütüphanesine koydurmuştur. Bu taşın Romalılara ait olduğu söylenmiş.”
Eğirdir kalesi Osmanlı döneminde bir ambar görevi görmüştür. Kanunnamelerde kaleye öşür getirildiğinden söz edilmektedir. Ninemin anlattığına göre 1890 larda kalenin üstündeki derin bir kuyuda darı bulunmuş, kaledeki bütün evlere birkaç şinik dağıtılmıştır. Darı uzun zaman bekleyebilen, kıtlık zamanlarında ekmek yapılan bir tahıldır. 1609 tarihli bazı belgelerde de kale erlerinden, kale komutanlarından sözedilir.
Prof. Dr. M. Akif Erdoğru XVI. Yüzyılda Eğirdir kalesini bekleyen askerler için ( merdan-ı kal’a-yı Eğirdir) denildiğini, Eğirdir’e bağlı Cire, Erikli, Çukur, Çay, Ağılköy, Ilgın, Sorkuncak, Balçıklı, Baş, İmrahor, Kafir, Yakacık, Zindancık köylerinin vergilerinin bir kısmı bu kale askerlerine tahsis edildiğini, kanun kaçaklarının, eşkiyaların, asi öğrencilerin kale zindanına hapsedildiğini yazar.
Kale Roma, Bizans, Selçuklu, Hamit Beyliği devrinde zaman zaman onarım görmüştür. İç kaleyi Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubad (1220-1237) yeniden inşa ettirmiştir. Osmanlılara geçtikten sonra sınırlardan uzak bir kale olduğu için ihtiyaç duyulmadığından kendi haline terkedilmiş, zamanla çok yıpranmıştır. 1706 da, 1714 de Eğirdir’e gelen Fransız gezgini P. Lucas kalenin sağlamlığından bahseder. 1960 larda sıradan bir onarım görmüştür.
Zafer İlkokulunun girişinde sağ tarafta bir kuyu vardı. İlkokula devam ederken o kuyudan su içerdik. Kale kapısının otuz metre kadar batı doğrultusunda biraz kuzeydedir.
Medresenin kuzeyindeki çınardır. Isparta Orman Başmüdürlüğününün tesbitine göre doğumu 1322 dir. Bu durumda Hamidoğlu Dündar Beyi görmüş, Türkiye’nin anıt ağaçlarındandır. Eğirdir I. Sempozyumu kitabındaki bildiriye göre de tahmini doğumu 1711 dir. Yanındaki bina yapılırken zarar görmüştür. Kanlı denilmesinin sebebi Demirci Mehmet Efe 1920 de bu çınara dört kişi asmıştır. Şimdi karşısına bir çınar dikilmiş, ilgiyle çok güzel büyütülmektedir.
Akpınar yolunun başlangıcındadır. Fay yüzeyinde kalıntıları vardır. Eğirdir’in yerleşiminin son noktasıdır. Şehri güvende tutmak için giren çıkanlar burada kontrol edilirdi. Pazaryeri de yabancıların şehre girememeleri için Kervansaray dolaylarında kurulurdu.
Kapılar’ın üstüyle, Oluklacı’nın altıyla küçük bir oda büyüklüğünde mağaradır.
Yazın sıcak günlerinde Ulu caminin önüne kalaylı kazanlar konur, Camiliyayla’nın yüksek yerlerinden çuvallarla kar kalıpları getirilir, kazana konulur, üzerine su doldurulup soğuması sağlanırdı. Soğuk suyu, gelen geçen maşrapalarla içerdi. Ölmüşlerin hayrına bunu gücü yeten kişiler yapardı.
Doğal olarak Eğirdir gölünün batı kıyılarında kıyı, taş ve kayalıkların arasında yetişen bir incir türüdür. Yılancı’da, Karaburun’da, Barla’ya giderken kayalık kıyılarda, Medrebolluk’ta çok bulunur. Genelde Eylül başında olgunlaşır. Yeşil ceviz iriliğinde olur.
Eğirdir Konya yolu üzerinde 10. km.de küçük bir deltadır. Yeşilada’da oturanların bağ bahçeleri buradadır. Kayıkla gelir giderler. Ama şimdi daha çok çevre köyler mülk edinmişlerdir. Göl kıyısı olduğu için İstanbul’a yerleşmiş Yeşiladalı hemşehrilerimizin yazlık evleri de vardır. Eğirdir’de en erken Karabağlar’da üzüm ererdi. Genelde olgunlaşma 15-20 Temmuzda olurdu. Olurdu diyorum, şimdi çoğu bağlar elmalık olup sulandığı için olgunlaşma gecikmektedir.
Barla’ya çıkmadan aşağı düzlükte makamı vardı. Ruhsal bozukluğu olanlar oraya götürülürse iyi olur inancı taşınırdı.
Karadede’nin Katranlara varmadan eski Isparta yolunun ayrıldığı yerde bir türbesi varmış. Fakat kalıntısını göreni duymadım. Karçınzade Süleyman Şükrü de Seyahat–ı Kübra adlı eserinde Karadede’nin Beltaşı civarında olduğunu yazar. Beltaşı, eski Isparta yoluyla Yazla yolunun ayrıldığı yerde yazla yönünde sol taraftaki yüksek kayalıkların dibidir.
Karadede'nin adı Hacı İlyas'tır. Şeyh Berdai zaviyesinin ulularını anlatan bir menkıbede adı geçer.
Şeyh Mehmet Çelebi Sultan’ın 1475 te biten Hızırnamesi’nde Karadede’nin adı geçtiğine göre daha eski tarihlerde yaşadığı görülüyor. Ama onunla ilgili birkaç fıkra duydum. Aşağıda anlatacağım onlardan biridir.
Karadede bir akşam ay ışığında yola çıkar. Geceyarısı yolda giderken yağ kandilini ahırda yanar bıraktığı aklına gelir. Yürüdüğü üç dört saatlik yoldan Eğirdir’e döner... Doğru ahıra gider, yağ kandilini söndürür. Ahır kapısından çıkarken sabah namazına kalkan karısıyla karşılaşır.
“Ne o Karadede ?” der karısı, ” Sen akşamdan gitmemiş miydin ?”
“Gitmesine gitmiştim ya..” der Karadede, “Yağ kandilini ahırda yanar unutmuşum. Onu söndürmeye geldim. Boşa yanıp yağımız israf olmasın.”
“İyi ya..” der karısı, “Pabucuna hiç acımadım mı ? Git gel bu kadar yol yürüdün. Kimbilir taşlı yollarda ne kadar eskimişlerdir.”
Karadede koynundan sağ eliyle bir pabucunu, sol eliyle diğer pabucunu çıkarır, hanımına pabuçlarının altını gösterir der ki:
“Karadede’n onu da düşündü Hatun..”
Karabağlar’dan sonra Mahmatlar’a girmeden göl kıyısında bir mesire yeridir. On beş kadar 300-400 yaşında karadut ağaçları vardır. Kamuya açıktır, herkes yararlanır. Temmuz-Ağustos aylarında oraya gidilerek aç karnına sağlık için karadut yenir.
Ne yazık ki 2010 yılında yol genişlemesi adı altında, başka çözümler düşünülmeden bu karadut ağaçları insafsızca kesilmiş, yaşam kültürümüzün bir boyutu yok edilmiştir.
Dedegöl dağının zirvesine yakın güney kesiminde iki bin metrede bir obruk gölüdür. Çevresinde kutsal makamlar vardır. Eskiden Eğirdir’den 15 Hazirandan sonra kafileler halinde buraya giderler, on beş gün orda kalır ibadet ederler, yer içer gelirlermiş. Oradaki rüya taşında istiareye yatırılır, gelecek öğrenilirmiş. Adakları olanlar adaklarını keserlermiş. Şimdi orada mezar kalıntıları vardır.
Dedegöl dağı Eğirdir’de Dippoyraz diye adlandırılır. Antik adı da Diporoz’dur. Şeyh Mehmet Çelebi Sultan’ın bir şiirinde de İpsahoros şeklinde şöyle geçer:
“İpsahoros’tan uçtular, Şam eline eriştiler.”
Beş yüz yıl önce bu dağdan böyle bahsedildiğine göre tarikat erlerinin daha önceden bu geleneği başlatmış olabileceği akla geliyor.
Bir ifadeye göre o dağın adı Dedegöl değil, Dedegül’dür. Gün dönümünden önce gölün çevresinde gül şeklinde öyle güzel bir çiçek açarmış ki insanı büyülermiş. Ondan Dedegül dağı denirmiş
Anamas yaylalarına gelen en büyük aşiretlerden biridir. Sarıalan, Eşekalanı, Yağlıçukur, Çayıralanı, Kızılkarlık Karakoyunlu aşiretinin yaylağıdır. 1970 teki ziyaretimde Aşiret reisi Ali Bulut idi. Kıyılarda yapılaşma olunca onlara kapatıldığını, Serik’in Dikmen köyüne yerleştiklerini, geçmişte 250 bin olan mallarının 30 bine indiğini söyledi. Çocukluğunda 500 çadırla geldikleri bu yaylalara o gün için 70 çadırla geldiklerini anlattı.
Antalya İl Kültür Müdürü Musa Seyirci’ye, Aşiretten Zeybeğin Ali Ağa Kurtuluş savaşı yıllarında Atatürk’e yedi bin altın gönderdiklerini, Atatürk’ün bu işe şaştığını, “Bir yörük beyi nasıl olur da bu kadar altın gönderir...” dediğini bir yazısında anlatır.
Buğday içinde olan yabancı bir tohumdur. Yağlıdır, yenir. Çocukken öğütmek için temizlenen buğdayın içinden çıkan bu tohumları yerdik. Ayrıca taze sürgünlerin ekşi yaprakları yenilen küçük bir ağaççık vardır. Buna da meyvelerinden dolayı karamuk denir.
1866 yılında Eğirdir’de doğdu. Babası Süleyman Ağa çulha esnafındandır. Rüştiyeyi birincilikle bitirip Posta Telgraf idaresine memur olmuş, Pozantı’ya tayin edilmiştir. Daha sonra Adana’ya tayin edildiyse de zamanın yönetimiyle anlaşamadığı için en son Irak’taki Deyrizor’a sürgün edilmiştir. Ordan görevini terk ederek büyük seyahatına başlamıştır. İran, Kazvin, Sincan, Tahran, Aşkabad, Buhara, Batı Türkistan, Baku, Viyana, Paris, Marsilya, Tunus, Tanca, Cezayir, İskenderiye, Süveyş Kanalı, Hindistan, Singapur, Şangay, Çin dahil dolaşmış, gezisini Petersburg’da noktalamış, “Seyahat-ı Kübra” adlı eserini 1907 yılında burada bastırmıştır. İki kaynaktan edindiğim bilgi şöyledir.
Vezirzade Osman Güngör 1918 de İstanbul’da ticaret yaparken Eğirdirli Süleyman adında birinin balolu bir düğünle evlendiğini, kendinin de ilk defa orda balolu bir düğün gördüğünü, hayret ederek izlediğini anlatır. Olaya, ada, kimliğe, Eğirdirli oluşuna göre bu kişinin Karçınzade Süleyman Şükrü olduğunu sanıyorum.
1932 basımlı “Isparta Vilayeti İdare Coğrafyası” adlı bir kitapta da "Isparta Tarihi" yazarı Böcüzade Süleyman Sami'nin ifadesiyle şöyle bir not gördüm.
“Eğirdir’in Katip mahallesinden Karçınoğlu Hafız Süleyman isminde bir zat, bazı muteber gazetelere muharrirlik ettiği, Avrupaya uzun bir seyahat yaparak tetkikatta bulunduğu, dönüşünde Seyahat–ı Kübra adında kıymetli bir eser yazdığı söylenmekte, 1922 tarihinde elli bir yaşında vefat ettiği kaydedilmektedir.”
Seyahat-ı Kübra 604 sayfadır. Bu konuda Salih Şapçı Bey çok çalışmış, günümüze tercüme etmiş, Gölsesi Gazetesinde Eğirdirle ilgili bölümlerini yayınlamıştır. Bu konuda daha sonra yaptığı çalışmalarını Akın Gazetesinde yazmıştır.
Eseri yakından tanıyanlardan Prof. Dr. Ziyaaddin Fahri Fındıkoğlu der ki:
“Eğirdir’in geçen asrın sonunda yetiştirdiği ikinci bir Evliya Çelebisi vardır. Üzülerek söylüyorum ki bu değerli kişi memleketinizde tanınmış değildir. Eserine göz gezdirince gerçekten tanıtılması gereken bir kişi karşısında bulunduğumu anladım. Karçınzade Süleyman Şükrü Bey yaman bir adam. Haksızlığa tahammül edemeyen mücadeleci bir insan. Sembolik bir heykeli Eğirdir’in uygun bir yerine dikilirse kadirşinaslık olur. Hiç değilse doğduğu veya oturduğu evin duvarına bir levha konabilir. Bunu asla mübalağa ederek söylemiyorum.”
Ömer Özcan, Türk Yurdu Dergisi Şubat 2008 246. sayısında Karçınzade Süleyman Şükrü hakkında yazdığı yazıda, Karçınzade’nin eserinden başka iki risalesi daha bulunduğunu bildirmektedir. İlk risale şöyledir.
"İntibah-ı Millet Yine Aldanmayalım Temel Çürüktür."- İstanbul 1324 (15-12-1908) 15 sayfa. İki baskıda otuz bin adet basılmıştır. Risalede Kanun-ı Esasi’nin 5., 7., 35. ve kısmen 73. maddesi değerlendirilerek, yapılacak değişiklikler üzerine görüş bildirilir.
İkinci risale şöyledir.
"Menabi-i Servet. Vatanının Milletini Seven Okusun. Hamiyeti Olan Çocuklarına da Okusun, İnsan Yedisinde Ne İse Yetmişinde Yine Odur."-İstanbul (t.y.) 16 sayfa. Risalede hemen her alanda iğneden ipliğe kadar her yerde herkesin yerli üretime önem vermesi ve yerli malı kullanması teklif edilir.
Testi, kiremit, küp, çömlek, tuğla yapılan yere denir. Farsça iş yeri, iş işlenen yer demektir. Bu işler Konnebucağı’nın göl kıyısına yakın yerlerinde yapılırdı. Halen burda kullanılmış alanların çukurları vardır. 1950 lerden sonra elmacılık toprağın değerini artırınca bu işler kendiliğinden son buldu.
Akpınar yolu çıkışındaki Kapılar’ın altında idi. Kesilen hayvanların kanları göle akardı. Kapıların yıkılmış duvarları üstüne yapılmıştı. Kan kokusuna balık geldiği için oradaki dağdan yuvarlanmış taşların üstünden balık avlardık.
Ormanı Yukarı Gökdere’dedir. Odunu tahta halinde kolay ayrılır, kolay eğrilir. Kalbur ve eleklerin tahtası bu meşeden yapılırdı. Keliflerimizde ilkel yöntemlerle ayrılıp kaba tahta olarak kiremit altı tahtası şeklinde kullanılmıştır.
Eski kireç harçlı duvarlarda, kalenin duvarlarında açılmış gül büyüklüğünde, dolgun yapraklı bir bitki olurdu. Biz buna kaşıklık derdik. Sulu, gevrek olduğu için de yerdik. Ekşimsi bir tadı vardır.
Olukluca’nın Yazla’ya bakan yamacında bulunur. Bir zamanlar burası katran ağaçlarıyla doluymuş. Baba Sultan Zaviyesi yapıldıktan sonra bu koruluk Hamidoğlu İlyas Bey tarafından 1357 de Zaviye’ye verilmiştir.1999 yılı yazında on beş tane katran ağacı saydım.Birkaçında da kuruma işaretleri vardı. Yaşadığım altmış yıl içinde kendiliğinden bir katran ağacı yetişip büyüdüğünü görmedim. Şimdiki görülen ağaçlar fidan dikimiyle olmuştur.1814 de yangından zarar gören Hızır Bey Camisi tamir görürken şimdi sütun görevi gören direklerin, müftünün fetvasıyla 23 adet kesildiği, gölden de getirildiği söylenir. 1403 de Eğirdir’i fethedip adayı almak isteyen Timur’un bu katran ağaçlarından 50-60 sal yapıp kuşatarak adayı öyle aldığı söylenir.
Katran ağacının bir özelliği de havadaki serbest ozonu alır, ayrıştırarak oksijeni artırır, şifa sebebi olur.
Katran ağacına Sedir dendiği gibi, Kamalak da denir.
İnekdenizi ‘nin üstüyle şimdiki su deposuna çıkarken sağda düz fay yüzeyi vardır. Cilalanmış gibi bu düz yüzeyden biz çocuklar kayarak eğlenirdik. Bu nedenle bu adı alsa gerek. Kaybıncak’ın sağ tarafına da Dolmalıbahçe denir.
Çarşı ekmeği düzgün kesilir. Çırpılmış yumurtaya batırılarak kızartılır. Üstüne koyu şerbet dökülür. Tatlı olarak yenir. Bir çeşit ekmek tatlısıdır.
El, ya da daha büyük düz taşlara denir. Muşilli oyunu oynarken kayrak taş mungilliye atılır. Kayrak dilim anlamında da kullanılır. Karpuz dilimine de kayrak denir. Peynir ya da balık kurulduğunda bastırması için üstüne kayrak taş konulur.
Bir asma dikme yöntemidir. Bir metre kadar uzunlukta bir demir çubuk toprağa çakılır. Sağa sola, öne arkaya yüklenerek delik genişletilir. Köksüz asma çubuğu diklemesine sokulur. Etrafı elenmiş gibi ince toprakla doldurulur. Asma çubuğu topraktan üç dört parmak yükseklikte kesilir. Kaba toprakla kümbet yapılır. Yaşlı insanlar böyle dikilen bağların çok uzun ömürlü ve verimli olduğunu söylerler.
Etin pişerken kaynadıktan sonra ilk beş on dakikada üstünde biriken köpüğü. Bu köpük kepçeyle, kaşıkla alınır, atılır. Yoksa etin tadı bozuk olur.
Konnebucağı dağları, Meseyin dağı keklikle dolu idi. 1945 lerde asmaların arasında palazlarını kovalar, yakalardık. O civardaki bağlara aniden girince keklik sürüleri dağa kaçarlardı. Çoğu kişiler üzümlerine zarar verdiği için şikâyet ederlerdi. Şimdi bir tane bile görmek mümkün değil.
Saçkıran olan ya da başka nedenlerle saçı dökülen kimselere saçlarının çıkması için takke gibi bir bez yapıp içine zift sürerler, başlarına giydirirlerdi. Zift kalan saça ve deriye yapışırdı. Bir süre sonra takkeyi sıcak su kullanarak zorla kaldırırlar, baş saçsız kalırdı. Bir süre sonra da saçların çıkacağını söylerlerdi.
Eğirdir’in meşhur tefçilerindendi. Tek ya da diğer tefçilerle beraber düğünlerde tef çalardı.
Kesilen davarın yağlı olması halinde denir. Divanü-Lugat-it-Türk’te kelep için “ Türk yaylalarında biten bir ot. Davarı çabuk semirtir.” der.
Keler kadar, kelere benzeyen bir balıktı. 1960 lardan sonra görünmez oldu.
Eğirdir’e özel bir bağ evidir. Kerpiçten yapılır. Duvarları geniş olup yüklük, oyma, gusulhane yerleştirilir. Genellikle iki oda bir aralık , beşik çatılı olur. Çatı seyrek tahtalı ve kiremitlidir.Temel, çamur harçlı taş duvarlıdır, yerden 50-60 cm yüksekliktedir. Taban çoğunlukla topraktır. Ama tahta döşeyenler de olur. Pencereler camlı olmayıp, kapak sürgülüdür. Her odada ocak vardır. Yol tarafındaki duvarda pencere olmaz.
Eğirdirlinin en büyük zevki kelifin üstünde yağmur yağarken yorganın altında yağmur tıkırtılarını dinleyerek kelifte uyumaktır.
Bağ göçünden önce kelifler tamir edilir, temizlenir, badana edilirdi. Toprak zemini örtmek için de hasırlar alınırdı.
Kelif sözünü Eğirdir dışında bir kez Gümüşhaneli bir esnaftan duydum. Ankara’da bakkallık yapıyordu. Kelifin ne olduğunu sorduğumda, “Bağ evlerine deriz.” dedi.
Bir direğe ya da ağaca bir metre kadar ip bağlanır. Direğin ya da ağacın dibine herkes ayakkabısını koyar. Ebe ipin ucundan tutar, dıştaki kişilerin ayakkabıları almasını engeller. Bu arada vurulan ebe olur.
Yarım kilo ile bir kilo arasında olan sıraz cinsinden balıklara kelten azgını denirdi.
200 gramla 500 gram kadar ağırlıkta olan sırazın küçüklerine denirdi.
1926 yılında Eğirdir’de doğdu. Siyasal Bilgiler Okulunu bitirdi. 1948 yılında Isparta Maiyet Memuru olarak göreve başladı. Çeşitli ilçelerde kaymakamlık yaptı. Mülkiye Başmüfettişliği, Mülkiye Başmüşavir Müfettişliğinden sonra 1978 yılında Burdur valiliğine atandı. Merkez Valisi olarak Afgan mültecileri Bakanlıklararası Üst Komiyon Başkanlığı görevini yürüttü. Çankırı Valiliği yaptı.
Hamidî sadrazamlardan ilki olan Kemankeş Ali Paşanın Eğirdir’de doğduğu bilinmekte ancak doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Enderunda gördüğü eğitimin ardından uzun süre Diyarbakır ve Bağdat valiliklerinde bulunan Ali Paşa daha sonra dördüncü vezirliğe yükseltilerek Divan-ı Hümayuna (Bakanlar Kurulu) alındı. Genç Osman’ın öldürülüp IV.Murat padişah olunca 1623 yılında sadrazamlık makamına getirildi. Yedi ay sadrazamlık yaptı. Rüşvet aldığı, İran Şahının Osmanlı İmparatorluğu aleyhine davranışlarını sakladığı bahane edilerek başı kesildi. (3 Nisan 1624)
Mezarı İstanbul’da Atik Ali Paşa Cami avlusundadır. Kemankeş Ali Paşa Eğirdir'den çıkan Sadrazam olmuş tek vezirdir.
Eğirdir'deki Vezirler sülalesinin (Mollahaliller, Sadıklar, Ekmekci Hocalar, Helvacılar, Dokuzlar, Alayusuflar, Çolaklar) adıyla anılanların dip atası olarak düşünülür.
Birçok kez biri diğerini kötülemek isterken kemçik dediğini duydum. Bu aşağılama sözünün ne anlama geldiğini kime sordumsa tam açıklayıcı bir cevap alamadım. Radlof’un Ortaasyayı anlatan “Sibirya’dan” adlı eserini okurken bu kelimeye rastladım. Kemçiklerle ilgili bu bölümü buraya alıyorum.
“Pırıng adlı bir Tölöslüye sordum. “Kemçik boyunda ticaret yapmak kârlı mıdır ?” O söyle cevap verdi. “ Orada alışveriş yapmak çok kârlı olsa da onlarla ticaret yapmak tehlikelidir. Biz oraya gittiğimiz zaman 25-30 kişilik gruplar halinde gideriz. Çünkü orada iyi bekçilik edilmezse insanın her şeyini çalarlar.
Oraya çok kişi gittiğimiz zaman bütün mallar bir yere yığılır. Üstü keçe ile örtülür. Adamların yarısı keçe örtünün kenarlarını iyice bastırarak oturur. Bazılarımız karşılar ve pazarlık eder. Almak isteyenlerden biri veya diğeri elindekini kapıp kaçar. Arkasından koşup onu yakalamak istersen, başkaları senin kalan malını alıp kaçarlar. Bu sebepten yerinden kıpırdamamak gerekir.
Oradaki yöneticiye bir şey hediye edersen alışverişin bitinceye kadar bir sopalı bekçi verir. Ona da bir şeyler vermek zorundasın.
Vermezsen hırsızı görse de seslenmez. Alışverişin bitinceye kadar bir veya iki kişi atları demirle köstekleyerek, beklemesi gerekir. Geceleri de uyumadan beklenmesi gerekir.
Çalmak isteyen kimseler elbiselerini çıkarır, karınları üzerinde sürünerek gelirler. Atları çözdükten sonra üzerine atlayarak kaçarlar. Ardından koşarsan soyunuk olan diğer adamlar senin kalan eşyalarını, atlarını alıp kaçarlar. Yöneticiye gidersen, “Hırsızı yakalayıp getir, o zaman cezasını veririm. Sen çalanı yakalayamamışsan kimin çaldığını ben nerden bileyim..” der.
Oraya gidip ticaret yapmak isteyen biri atlarını demir köstekle bağlamış, çadırının yanında kazanını ateşe koymuş. Tüccar kazanı kaynatırken bir adam gelmiş “Ne satıyorsun?” demiş.
Adam malını gösterirken öteki kazanı devirmiş, kulpundan tutup kaçmış. Tüccar peşinden koşmuş ama yakalayamamış. Geri döndüğünde hiçbir eşyası kalmamış.”
Geçmişteki orta Asya geleneğinde zenginler ziyafet verdiği zaman etin en güzel yerlerini yerler, üzerinde az kalan etlerini de arkada oturan fakirlere atarlardı. Bunlar da yenebilecek ne kalmışsa sıyırırlar, kemikleri de köpeklere atarlardı. Bu deyimin, zenginin gözüne bakarak çıkar sağlayan yalaka anlamında kullanılmasının sebebi bu olsa gerek.
Yazla’da, Katranların orta üst bölümünde, yüksek bir oda büyüklüğünde, derin olmayan bir mağara vardır. Ona derler.
1900 lerden önce dağ köylerinde kullanılan bir çeşit direk yastıktır. Yatacakları zaman kilim, keçe sererler, kertiği koyarlar, ayaklarını ocakta yanan kütüğe uzatarak yatarlardı. Kertik, yan yana yatan insanların başlarını koyabilecek oyukları olan bir direktir.
1237 yılında yapılmış bir Selçuklu eseridir. Taç kapısı Medrese yapılırken sökülüp taşınarak Dündar Bey Medresesinin taç kapısı olmuştur. Hanın planı diğer Selçuklu hanları gibidir.
Kültür Bakanlığınca rölövesi için kazı yapılmıştır. Bir nedenle Vakıflar Genel Müdürlüğü dava açmış, tapusunu almış, dikenli telle çevirerek koruma altına almıştır.
Geçmişte güvenlik açısından haftalık pazarın burada kurulduğu söylenir. Ertokuş kervansarayı 1223 yılında yapılmıştır. Selçukluların kervansaraylara bu kadar önem vermesi ticareti geliştirmek, devleti zenginleştirmek içindir. O yıllarda Anadolu Selçuklularının yıllık geliri 28 milyon altın iken, İngiltere’nin 4 milyon, Fransa’nın 3 milyon altındı.
Kervansaray mimari bakımdan Aksaray Sultanhan, Kayseri Sultanhan’a benzer. Kapladığı alan ve boyutları Sultan Hanı özelliklerini gösterir. Antalya–Isparta–Konya karayolunun yedinci büyük menzil noktasıdır.
Kitabeye göre Kervansaray’ı II.Gıyaseddin Keyhüsrev yaptırmıştır. Bazı kaynaklar da kervansarayı I.Alaaddin Keykubad’ın yaptırdığını ileri sürerler.Sebep olarak da I.Alaaddin Keykubad’ın kervansarayın bitiminden az önce ölmesiyle II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in kendi adını yazdırmış olabileceğini iddia ederler.
Kervansaraylarda yaz kış insan, soy, din farkı gözetilmeksizin herkes üç gün misafir ediliyor, hastalananlar tedavi ediliyor, hayvanlarına bakılıyordu. Moğol baskısıyla Selçuklular çöktükten sonra kervansaraylar işlemez hale geldi.
Ulu Caminin batı doğrultusunda eski bağ yolundan giderken, Demirkapı hamam kalıntısından başlayarak iki yüz metrelik dik bir yokuş vardır. Buraya Kesiktaş denir. Yol önceleri dik yetersiz, dar olduğu için 1910 larda imeceyle bugünkü haline getirilmiştir. Bazen da şaka yollu “İstanbul’ da Beşiktaş, Eğirdir’de Kesiktaş” sözü söylenir.
Cami mahallesinde doğmuştur. Keskinoğullarından Mustafa Ağanın oğludur. Rüştiye tahsilinden sonra Dündar Bey Medresesini bitirmiştir. Fevzi Burhani İptidai Mektebinde öğretmenlik yapmıştır. Seferberlik yıllarında Direskene, daha sonraları Eğirdir Zafer İlkokulunda, Yeşilada’da, Atabey’de, Banus köyünde çalışmış, oradan emekliye ayrılmıştır. 1951 yılında 67 yaşında vefat etmiştir. Kabri asri mezarlıktadır.
Havuç. Eskiden çevremizde mor keşir olurdu. Yendiği zaman eli ve ağzı boyardı. Şimdi sarı havuç yaygınlaştı. Keşir sözü, Farsça “Gizir” den gelmedir.
Volkan tüfünün sıkışması sonucu oluşmuş yumuşak taştır. Isparta dağı ve yöresi volkanik dağdır. Gölcük de bir krater ağzıdır. Bu çeşit volkanik taşa Eğirdir’de kevke derler. “Köfke” de denir. Eskiden bu taş Isparta’dan Eğirdir’e arabalarla getirilir, ocakların altına ve çevresine, bacaların düzenlenmesinde, yapının özel yerlerinde kullanılırdı.
Eğirdir’de adı deyimlere girmiş bir kişinin adıdır. Kârını bilmeden iş yapanlara “Kıltaçoğlu gibi...” derler. Kıltaçoğlunun hikâyesi şöyledir:
Kıltaçoğlu bir sarık almak ister. Dükkâna girer, bir sarık beğenir, sorar. Dükkân sahibi “On akçe.” der. Kıltaçoğlu pazarlık amacıyla:
“Yedi akçe vereyim.” der. Dükkân sahibi : “Ben onu İzmir’den yedi akçeye aldım. Kârsız nasıl veririm..” demesi üzerine Kıltaçoğlu dükkândan çıkar, on günde yürüyerek İzmir’e varır, sarığı alır, on günde yürüyerek Eğirdir’e döner. Sarık satan dükkâna girer, “Sarığı yedi akçeye vermezsen verme. Bak ben bu sarığı gittim İzmir’den yedi akçeye aldım geldim..” der.
Naima Tarihinde adı geçer. On yedinci yüzyıl ortalarında bu yörelerde eşkiyalık yapmış biridir. Eğirdir’de adam kandırmaya çalışana, haksız bir şey almak için tavır gösterene “Ha kahpe kınalı ha..” sözleriyle karşı çıkarlar.
Kınalıoğlu daha çok Antalya, Isparta, Aydın yörelerinde eşkiyalık yapmıştır. Eşkiyalığı affedilipMaraş Valiliği verildiyse de, tekrar başladığından 1641 yılında yakalanıp öldürülmüştür.
Soğuk günlerde kar gibi yağan, karla buz arası sertleşmemiş buz parçası. Kış günü kırcanın yağması havanın daha çok soğuyacağını gösterir.
Dini ya da resmi nikahı olmayan kadının çocuğu. Piç. Böyle durumlarda eskiden türkü yakılırdı.
“Erik dalı var, erik dalı var
.... karnında kırıkdölü var..” şeklinde türküleşirdi.
Aynı söz hovarda anlamında da kullanılır.
Eğirdir’den Isparta’ya giderken Findos yerleşim yerinin yola göre sağında bir minare vardır. Caminin Timur’un istilasında yıkıldığı söylenir. Şimdi yapılmış durumdadır. Cami bir Selçuklu eseridir.
Kuyulara herhangi bir hayvan düştüğü zaman fark edildiğinde, yeniden suyunun içilmesi için yapılan işlemdir. Önce kırk kova su çekilir. Son çekilen kovanın içine, okumuş bir kişi altın bir yüzüğü kırk defa batırır, çıkarır. Önce kendi içer, sonra kuyudan yararlananlar içerdi.
Halıda düğümden sonra uzun kalan yün ipliğin makasla kırpılanıdır. Kısa olup işe yaramadığı için bunları halıcılar dokuyanlara bırakırlardı. Onlar da yatak, yastık, minder doldururlardı.
Kıypık da denir.
Sopa ile keçi tırnağına vurularak oynanan bir oyundur. Ortada bir oyuk olur. Bir taraf keçi tırnağını oyuğa katmak ister, bir taraf engel olur. Zaman ve sayı durumu sonucu belirler.
Nohut kavurma, mısır patlatma, ocaktaki küle, mangala patates ayva gömme, çok soğuklarda pişmaniye yapma, haşhaş helvası, ceviz helvası pişirme geleneği vardı.
Eğirdir gölü kuzeydoğusunda yeri tam saptanamayan antik bir köy.
Sekibağ üstünden Akpınar’a çıkan vadiye denir.
Önceleri köprübaşının sağ yanında idi. Sonraları Miskinler yokuşunun sağ tarafına alındı. “Havayı kirletiyor, Turizme zararı var.” düşüncesiyle 1980'lerde tümüyle kapatıldı.
Konnebucağı yakınlarında anayol boyunca kiremit yapan ustalar vardı. Kili çamur yapıp, kalıba uyguladıktan sonra güneşte kuruturlar, sonra pişirmek için özel bir fırınlama yaparlar, uzun süre odun yakarlardı. Bunların bulunduğu yere de Kiremit Ocakları "Kârhane" denirdi.
Halı dokunurken atkıları sıklaştırmak için kullanılan özel demir tarak. 90 dereceden geriye kaygın sapı vardır.
Eğirdir gölü kuzeydoğusunda bulunan, yeri tam saptanamayan bir ilkçağ kasabası ya da köyü.
Dündar Bey Medresesinin zamanında bir üniversite haline gelmesinde emeği geçmiş bir kişidir. Tahmini 1824-1844 yılları arasında medresede hocalık yapmıştır. Bilgili, alim, şair bir zat olarak tanınmıştır. Osmanlı Maliye Nazırlarından Eğirdir’li Abdurrahman Nafiz Paşanın hem akrabası, hem hocasıdır. Ondan yararlanarak medreseye birçok yardım sağladığı söylenir.
Zekasını, kişiliğini belirtmek için halk arasında duyduğum şu hikâyeyi anlatmak istiyorum.
Koca Müftü Rafi Efendi’nin Sadullah, Lutfullah adında iki oğlu varmış. Sadullah camiden, Lutfullah meyhaneden çıkmazmış. Dostlarından biri:
“Müftüm... Nasihat etseniz de, Lutfullah da ağabeyi Sadullah gibi camiye devam etse iyi olmaz mı?” deyince Koca Müftü Rafi Efendi dostuna :
“Sadullah daha çocuktur. Büyüyüp aklı erdiğinde belki o da camiye gitmez.” demiş. İçkinin yasak olduğu dönemlerde biri diğerinden gizli rakı isterken “Şu testiyi al. Rafi çavuştan dolduruver.” dermiş.’
Bilinen anlamı dışında küçük çocukların başlarında olan aşırı kepeklenme. Baş derisinde görülen bir çeşit mantar hastalığı.
Büyük pınarıyla meşhurdur. Boğazovanın içme suyu oradan sağlanmaktadır. Kaliteli elmasıyla ünlüdür. Eğirdir çevresinin en eski yerleşim yerlerinden biridir. 1970 yılında pınarın yüz metre kadar batısında kuyu kazılırken altı metrede iki küp ve mezar bulunmuştur. Mezarın tabanı taşla döşenmiş, üzeri keramik kapakla kapatılmış, doğu tarafına da iki küp konulmuş durumda idi. Ayrıca pınarın üst çevresinde dikkate değer keramik kalıntıları vardır. Su deposunun doğu düzlüğünde de harçlı duvar kalıntıları, parçalanmış çocuk lahdi görülmüştür. Doğu yamaçtaki çalıların içinde de kaçak kazılara rastlanmıştır.
1920 lerde Eğirdir köylerinde eşkiyalık yapan biridir. O yıllarda yakalanıp öldürülmüştür. Bazı türkülerde adı geçer.
Milli parklarımızdandır. Bir çöküntü gölüdür. Eğirdire’e 25 km. uzaklıktadır. Birçok bilim adamı böcek çeşitliliği hakkında inceleme yapmıştır. J. Mellart’a göre Kovada gölünün güneybatısında bulduğu yerleşme birimini Çatalhöyük, Hacılar’la çağdaş sayar. Denizaltı'nda Roma devri kalıntıları vardır.
Nişastayla pekmez pişirilip sinilere konulur. Katılaştıktan sonra baklava dilimi kesilip güneşte bir bez üzerinde suyu çektirilir. Kuruduktan sonra da kışın yenmesi için çömleklere basılırdı.
Gelendost’un bir köyüdür. Şikari’nin Karamanoğlu tarihinde “Kökez” Beyden bahseder. Köke köyünün de böyle bir isimden “Z”nin düşmesi sonucu öyle söylendiğini sanıyorum. Tokmacık kasabasının doğu kuzeyinde “Kökez” diye bir tepe vardır.
Eğirdir gölünün Kovada gölüne akan ırmağın yani bugünkü kanalın başıdır.1950 lerde çevresi bataklık idi. Güney sağ köşede kireç ocakları vardı. Sıva için kum köprübaşından sağlanırdı. Her zaman bol balık olurdu. En önde gelen avluktu. 1478 lerden sonraki kayıtlarda da hep adı avluk olarak geçmektedir. “Köprü Baluklagusu” denilmektedir. Yılda 20.000 akçe kadar gelir getirdiği olmuş. Hıdırellez günü yakalanan balıklar halka bedava dağıtılırdı. Fakirler balık kurmak için o günü beklerlerdi. 1950 lere kadar basit balıkçı evleri vardı. Bazen balıkçı kazaklar işleten adına av yaparlardı.
İhtimal Roma döneminden kalma bir köprüdür. Göl sularının azalmasıyla 1972 lerden sonra açığa çıkmıştır. Geniş üç büyük gözlü, bir küçük gözlüdür. 3,5 m. kadar eninde, 100 m. kadar uzunluktadır. Batı tarafta güneye doğru kanat kırar. Kemerlerin dışındaki yerler bir metre kalınlıkta harçlı duvarla örülüp arasına dolgu yapılmıştır. Kemerler bilerek çökertilip toprakla doldurulmuştur. Hatta birinin üzerinde Kadastro işareti vardır. O zaman tespit ettiğim fotoğrafta görülür. Şimdi yol yapıldığı için köprü toprak altındadır.Mevcut kanal köprüsünün 150 m. kadar doğusundadır. Bu köprüye göre gölün iki bin yıl önceki su seviyesini tespit etmek mümkündür. Köprünün tahminle yüz metre kadar açığında testere dişi şeklinde dikkate değer taş yığınlar vardır.
Deve yavrusu... Manas destanında “Kıpçaklardan Köşek Bahadır” adı geçer. Ayrıca Kale mahallesinde bir sülalenin adıdır.
Basit, çevredeki malzemelerle yapılan iki katlı küçük bağ evi. Budanmış dallar dikmelere çakılır, içi dışı samanlı çamurla sıvanırdı. Ya da kaplama tahtayla direkler örtülürdü. Yerden yüksek olması, esmesi için dört yönde penceresi olması şarttı.
Eğirdir’deki en eski mescitmiş. Kiliseden çevrildiği rivayet edilirmiş. Kubbeli mahallesi adını buradan almış. Şimdi bu mescitin bir izi yoktur.
Kulağın arkasındaki çıkıntıdır. Çok sert vurulduğunda o kişinin öleceği kabul edilir. Kulak topuzundan bozma bir söz olsa gerek.
Balık temizlendikten sonra güneşte kurutulur, bolca tuzlanarak tenekelere basılır. Kışın ıslatılıp tuzu alındıktan sonra pişirilerek yenir.
Kireçlenme, romatizma, siyatik için Altınkum plajındaki midye kumuna tedavi için gömülürler. Bu kum inşaatlarda kullanılmaz.
Kuma gömülmeye genelde 1-9 Ağustos tarihleri arasında “Eyyam buhur” da gidilir. Kuma geniş bir çukur açılır. Öğle güneşini aldıktan sonra kuma gömülünür. Yalnız başları dışarıda kalır. Güneşten etkilenmemek için şemsiye kullanılır. Gömülen kişi dayanabildiği kadar kumun içinde kalır. Çıkınca en iyi şekilde sıkıca giyinip, kendini korur. Uzaktan gelenlerin çadır kurup kaldığı da olurdu. Bunu uygulayanların çoğu o kışı ağrısız geçirdiğini söylerlerdi.
Şimdi Altınkum plajı iyi bir şekilde düzenlenmiştir.
Eğirdir kalesinin poyraz tarafı yöresidir. Önceden Kale boyunca poyraz tarafıyla lodos tarafını birleştiren, boydan boya içi su dolu bir hendek vardı. Kaleden bir asma köprüyle çıkarlardı.
Zamanla içi dolup bataklık olduğundan kurbağalar yaşasa ki o yer bu adı almış.
Başta sıraz, erez olmak üzere balığı tuzla muamele edilerek yapılan bir çeşit saklama türüdür. Bu çeşit saklamaya salamura da denir. Eğirdir’de balık şöyle kurulur. Tuzlu olmaması için yağlı balıklar seçilir. Yağlı balık limon kafalı, kalın siyah sırtlı olur. İyice temizlendikten sonra başı dahil olmak üzere bezle kurulanır. Balığın karnına iri tuz doldurulur. Balık iri ise etinin aralarına da tuz sokulur.Sonra teneke ya da sırlı küp içine bastırılır. Ortalama kırk beş, elli gün içinde yenecek duruma gelir. Balığın serin yerde saklanması lezzeti bakımından önemlidir.
Yemesine gelince: Yazsa tuzsuz bol zeytinyağlı domates salatası ile soğuk su başında, kışsa patates salatası ile yenir. Kurulmuş balık ev ekmeğinin kabuğu ıslatılarak yenirse daha afiyetli olur. Geçmişte düğünlerde rakı mezesi için de özel balık kurulurdu.
Kubbe kapaklı orta boy bir bakır tenceredir. Bilhassa taskebabı yaparken kullanılır. Kubbeli kapak konulduktan sonra küçük bir boşluk bırakılarak C şeklinde tencerenin kenarı hamurla sıvanır. Mangalda, közde böyle taskebabı pişirilirdi.
Tekkekayası’nın yüz metre kadar doğusunda göl içinde bir kaya idi. Kıyıdan da bir o kadar açıkta idi. Oraya kadar yüzüp gelenler yüzmesini öğrenmiş sayılırdı. Şimdi kıyı doldurulup yol oldu. Tekke kayası da yol altında kaldı. Kuşkayası’nın üzerinde de atlama kulesi var.
İmaret mahallesinde doğmuştur. Eğirdir’de tahsilini yaptıktan sonra Konya’ya gitmiş, medrese tahsili yapıp müderris olmuş, Eğirdir’e gelerek Yılanlıoğlu Şeyh Ali Ağa medresesinde müderrislik yapmıştır. Sedasının güzelliği dolayısıyla “Kuş Hoca” adıyla anılır.
1920 de Demirci Mehmet Efe Kuvayı Milliyeye karşı diyerek idam etmiştir. Baba Sultan civarında gömülmüştür. Şimdi orada Baba Sultan türbesinden başka bir iz kalmamıştır
Isparta’da eserleri olan bu zat I.Sultan Murat zamanında Eğirdir Valiliği yaptığı Nişancı ve Solakzade tarihlerinde yazılıdır.
Bu soğanlı çiçek Bağlar'da kuyubaşlarında olurdu. Ekim başında açar, küçük, laleye benzer sarı zarif bir çiçektir.
Başkurt Türklerinin Katay kabilesine mensup bir oymaktır. Eğirdir'de bu adla bir sülale vardır. ( A. T. Önder )
Kırılmış küplerin içine odun külleri konur, üzerine su dökülür. Sonra bu su çamaşır yıkarken, bulaşık yıkarken temizleyici olarak kullanılırdı.Hatta nohutun iyi pişmesi için bu sudan bir parça tencereye konurdu. Küple çömlek arası olanlara dağar denir.
Şeyh Ali Ağa Medresesini yaptırınca, bir de taştan kütüphane yaptırarak içine 217 elyazması, basılı kitap koydurmuştur. Osmanlı yıllıklarında bu kitap sayısı kayıtlıdır. 1928 de Zafer İlkokulunu yaptırmak için medrese ve kütüphane yıkılınca kitaplar Isparta’ya nakledilmiş, Halil Hamit Paşa kütüphanesine konulmuştur. Isparta Tarihi yazarı Enver Süldür kitabında bu kitaplardan bahsedip “Eğirdir kitaplığındaki mevcut kitaplar da buraya taşınmıştır. Ne yazık ki bu hazine sığınacak bir binadan mahrumdur.” der. Biz Eğirdirliler olarak bu hazinenin ne olduğunu bakalım ne zaman anlayacağız. İnşallah Eğirdir’in, Eğirdir’i seven evlatları, Eğirdir’e bir güzel kütüphane binası yaptırıp bu hazineye sahip çıkarlar. Bir de 217 eserin tasnifini, belki de basımını yaparlar. Bu bilgileri geleceğin güzel evlatlarına iletiyorum. Şu anda kütüphanemiz Belediye işhanının bir geniş odasında kitap deposu durumundadır. Isparta ilçelerinin hepsinin birer kütüphane binası bulunduğu halde, ilçemizin kütüphane binası yoktur. Oysa ki 1950 den beri bu konuda konuşulmaktadır. Eğirdir’de kütüphanesizliğin tarihçesini yazmak isteyenler Gölsesi gazetesini başından inceleyebilirler. Orada sonuca varmayan ne umut dolu sözleri okuyabilirler.